Son dönemde sıklıkla yapıldığı gibi dinsel saldırının kapsamlı ve büyük oluşuna odaklanıp, istemeden de olsa bu saldırıya karşı konulamayacağının bilgisini yaygınlaştırmaktan yani umutsuzluğun teorisini üretmekten kaçınılmalıdır. Okulun içi de dışı da bir toplumsal mücadele alanıdır ve bu mücadelenin seyri neyin değişip değişmeyeceğini tayin eder

Yine, yeniden laik eğitim: Nasıl yapmalı?

Ahmet Yıldız - Doç. Dr., Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi ahmety72@yahoo.com

Dünya genelinde hâkim olan neoliberal uygulamalar, eğitimi hızla dönüştürerek kamu eğitimini büyük ölçüde tahrip etti. Türkiye’de yaşanan kapsamlı tahribatta ise neoliberal piyasa diktatörlüğüne eşlik eden dinsel gericilik büyük pay sahibi oldu. Nitekim son dönemde bilimsel eğitimi ortadan kaldırmayı hedefleyen müdahalelerin giderek derinleştirilmesi; özel okulculuğu destekleme faaliyetleri ve özel okulların sayısını artırma girişimleri; yasal düzenlemelerle okullara dini vakıfların girmesinin yolunun açılması; özellikle yoksul aile çocuklarının bu vakıf ve cemaatlerin ağına düşürülmesi; nitelikli devlet okullarının hızla vasatlaştırılması; alt sınıfların seçeneksiz bırakılıp imam-hatiplere mahkûm edilmesi gibi birçok dinselleştirme ve piyasalaştırma hamlesi gerçekleştirildi. Peki, bu kapsamlı saldırıya karşı kamucu ve demokratik bir eğitimi savunan hattın güçlü bir ideolojik/politik/pedagojik barikat kurabilmesi için ne yapılmalı, nasıl yapılmalı?

Sanırım bu sorulara yanıt vermeye analiz meselesinden başlamak en doğrusu. Zira her alanda olduğu gibi eğitimde de yaşanan dönüşümler doğru analiz edilmezse, doğru karşı çıkış gerçekleştirilemez. Eğitimsel sorunların nasıl analiz edilebileceği konusunda Bertell Olman’a başvurabiliriz. Ollman ‘Diyalektik Soruşturmalar’ adlı kitabında liberal ve Marksist perspektiflerdeki farklılığı çarpıcı bir biçimde aktarır: “Bir liberal bir dilenci gördüğünde sistemin işlemediğini, Marksist ise sistemin işlediğini söyler.” Gerçekten de sistem işlemektedir, fakat eşitsiz bir biçime işlemektedir, eşitsiz işlediği için de dilenciler ortaya çıkmaktadır. Tıpkı eğitimsel sorunlar gibi. Bir başka söyleyişle neoliberal kapitalizm ve ona eşlik eden dinsel gericilik kendi suretine uygun bir eğitim sistemi ortaya çıkarmıştır. Bizim “sorun” olarak değerlendirdiğimiz birçok olgu sistemin işleyiş mantığının doğal sonucudur. Bu nedenle eğitimsel sorunları anlamak için sistemin işleyiş mantığına bakmak, itirazımızı da esas olarak bu mantığa yöneltmek gerekir. Oraya baktığımızda da göreceğimiz şey, teknisizmin fetişleştirilmesi ve dinselleştirmenin yaygınlaştırılması yoluyla ucuz ve itaatkâr emek cehennemi bir ülke yaratmak mantığı olacaktır.

Fakat bir süredir eğitimsel olgular böyle ele alınmaz oldu. TEOG konusundaki son tartışmalarda da bu durum bir kez daha görüldü. Bu tartışmaların çoğunda, TEOG gibi merkezi standart sınavları, sistemin işleyiş mantığından yalıtık ele alan, sınavın sadece sınav demek olmadığını kavramayan, sınav odaklı eğitim sistemini ve bunu doğuran yapısal sorunları görmeyen, sorunu açık- kapalı uçlu soru tartışmasına ya da soruların ezbere yol açıp açmadığı sorununa kilitleyen teknisist yaklaşımlar söz konusu oldu. Muhalif saflarda yer alan birçok yazar bile sorunu içinde yer aldığı bütünsellikten uzak, salt pedagojik ve teknik bir meseleymiş gibi ele aldı. Oysa eğitimin bütün tür ve düzeylerine yapılan saldırı politiktir ve politik bir saldırıya da salt pedagojik söylemle karşı çıkılamaz. Bu anlamda toplumsal muhalefet açısından pedagojizme saplanıp kalmak önemli bir tehlike haline gelmiştir (Anımsanacak olursa benzer bir durum 4+4+4 yasasının tartışıldığı dönemde de yaşanmıştı. Eğitime yapılan politik müdahale konusundaki tartışma, “zorunlu eğitime başlama yaşının 72 ay mı yoksa 60 ay mı olmalı tartışmasına” hapsedilmişti).

Unutulmamalı ki saldırı eğitim alanıyla sınırlı değildir. Saldırı esas olarak “Yeni Türkiye” söylemine itiraz eden toplum kesimlerine yöneliktir. Merkezi gücünü beyaz yakalı emekçilerin oluşturduğu bu kesimler, eğitim yoluyla kazanılmış pazarlanabilir bilgi ve beceriler ile liyakata verdiği önemden dolayı eğitim alanındaki dinsel dönüşümden daha fazla tedirginlik duymaktadır. Bu tedirginlik bir paranoya değil, gerçekliktir. Çünkü seküler ve modern yaşam tarzını benimsemiş olan bu toplum kesimlerinin meslek örgütlerinden tutun da eğlence alanlarına kadar tüm hayatları kuşatılmaya çalışılmaktadır. Örneğin daha çok onların buluşma, eğlenme, sosyalleşme mekânlarından olan Ankara’da Kızılay, İstanbul’da İstiklal gibi yerler, son dönemde bakımsızlaşmış ve kriminalize edilerek geçmiş ihtişamı kaybettirilmiştir. Kent merkezinden sürülerek onlara adeta “kent kamusundan çık… Özel alanına çekil…” denmiştir.

Benzer bir durumun TV izleme pratiklerinde de gerçekleşmişti. Anımsarsanız geçmişte bu kesimlerin ilgi gösterdiği tartışma programları, diziler ve belgeseller ve filmler söz konusuydu. Son dönemde ise onların ilgi ve dikkatine, donanım ve birikimine, merak ve beğenisine hitap eden yapımlar tedavülden kalktı. Onlar da internet ortamına kaçtılar. Yani Televizyon kamusundan sürgün edildiler. Tıpkı kentsel toplumsal yaşamdan sürgün edilmeleri gibi. Eğitimde yaşanan öykü de bunlardan farklı değildi.

Eğitimin dinselleştirilmesinin yoğunlaşıp laik eğitimin satın alınabilir bir metaya dönüşmesiyle birlikte bu kesimler çocuklarını korumak için devlet okullarından özel okullara yöneldiler. Yani tıpkı kent ve televizyon kamusundan dışlanmaları gibi kamu eğitiminden de dışlandılar. Özetle eğitimsel sorunları analiz ederken eğitimi nötr ve yalnızca teknik bir olguya hapseden egemen anlayış eleştirilerek eğitimin toplumsal/ekonomik/kültürel yeniden üretim aracı olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.

Umudun pedagojisi
Eğitimde yaşanan dinselleşmeye karşı öncelikli yapılması gereken şeylerden biri de umudun teorisi ve söylemini inşa etmektir. Son dönemde sıklıkla yapıldığı gibi dinsel saldırının kapsamlı ve büyük oluşuna odaklanıp, istemeden de olsa bu saldırıya karşı konulamayacağının bilgisini yaygınlaştırmaktan yani umutsuzluğun teorisini üretmekten kaçınılmalıdır. Zira mevcut durumun vahametini vurgulamak bazen durumu facialaştırmaya dönüşmektedir. Facialaştırma da peşinen yenilgiyi kabul etmeye yol açarak iktidara yönelik değiştirilemezlik algısı beslemektedir. Oysa okulun içi de dışı da bir toplumsal mücadele alanıdır ve bu mücadelenin seyri neyin değişip değişmeyeceğini tayin eder. Bu anlamda yapılması gereken şey, zaten yaygın olan “toplumsal hoşnutsuzluğu politikleştirmek yani mevcut toplumsal direnci direnişe çevirecek bir umut ve olasılık dili inşa etmektir. Başka bir ifadeyle siyasal faaliyet olarak eğitimde yaşanan tahribatların yalnızca envanterini sunmak artık anlamsızlaşmıştır; manzara gayet nettir; Türkiye toplumunun önemli bölümü de yaşananları tüm berraklığı ile bilmektedir. Bilmektedir çünkü her gün ya niteliksizleşen ve dinselleştirilen devlet okullarıyla ya da çoğu eğitim simsarlığının yeni mekânı haline gelmiş olan özel okullarla karşı karşıya kalmaktadır. Ezcümle, siyasal İslam’ın eğitimde yarattığı karanlığı gören bilgi önemlidir, fakat daha önemlisi bu karanlığa nasıl karşı çıkacağımızın ve değiştireceğimizin bilgisidir. Türkiye’nin ilerici birikimi dinci gericiliği alt etmeye yeterlidir; yeter ki, doğru bir program, strateji ve örgütlülük oluşturulabilsin. Bunun için de odağa onların ne yaptığından çok, “biz ne yapacağız” sorusunun alınması gerekir.

Laiklik, eğitimde temel mücadele ekseni olmalıdır!
Bugün eğitime yönelik kapsamlı saldırı karşısında laikliği esas alan ödünsüz bir barikat örülmesi demokratik eğitim mücadelesinin olmazsa olmazıdır. Fakat hala laiklik mücadelesi konusunda çeşitli tereddütler ortaya çıkabilmektedir. Bu anlamda bu tereddütlü perspektiflerle ve laikliğin altını oyan çeşitli yaklaşımlarla ideolojik mücadelede etmek gerekir. Nuray Mert’ten bir örnek vererek somutlandıralım. Cumhuriyet gazetesindeki son yazılarından (‘Müftü Nikâhı ve İslami Rejim’ başlıklı ve 04 Ağustos 2017 tarihinde yayımlanan) birine Nuray Mert şöyle başlıyordu: “Cumhurbaşkanı ve partisi ülkenin içinde bulunduğu feci durumu gözden ırak tutmak için, gündemi ‘din eksenli’ tartışmalar etrafında yoğunlaştırma başarısını sürdürüyor.” Meramımızı anlatmak için bu kadarı yeterli. Dikkat ederseniz bu düşünceye göre, bir gerçek gündem var, bir de iktidarın “cambaza bak” taktiğini uyguladığı yapay bir gündem var. Yapay olan gündem dinselleşme. Dinselleşme gerçekten yapay bir gündem ve gerçek gündemi perdeleyen bir söylem olarak değerlendirilebilir mi? Bizce yanıt kesinlikle hayır olmalı. Bu perspektifin AKP öncesinden beri liberaller ve sol liberallerce savunulduğu biliniyor. Bu perspektifte örtük olarak siyasal İslam’ın masumiyetine dair derin bir inanç var. Oysa, iktidar yanlıları televizyon ekranlarından yeni devlet kurulduğunu ilan etmişler, dini kurallar bir dayatmaya dönüşmüş, cihadist eğitim anlayışı ülkeye hâkim olmuş, zorunlu din derslerine normalleşmiş, diyanet fetvalarının hukuk kuralları haline gelmiş fakat bu liberal grup, tüm bunlar gerçek gündem değil diyor. Bu sadece bir grup aymaz liberalin savunduğu bir çizgi olsa problem edilmeyebilirdi. Ne yazık ki bu çizgi, sola da sirayet etmiş durumda. Ülkede yaşanan sorunların asıl nedeninin “piyasalaşma” ve “kimlik körü” politikaların/uygulamaların olduğunu vurgulayan, dinselleşmeyi buzdağının görünen yüzü ya da piyasalaşmayı perdelemek için kullanılan bir retorik olarak gören bu eğilimlere göre laiklik, altı çizilmesi gereken ve mücadele etmeye değecek önemli bir mücadele başlığı değildir. Bu perspektifteki temel sorun dinsel gericilik ile neoliberal politikaların bağını görememesinde, bunları birbirinden bağımsız olarak algılanmasında. Oysa günümüz neoliberal kapitalizm koşullarında sistemin iki ayağından biri piyasalaştırma ise diğeri de dinselleştirmedir. AKP de bu politikaları yani dinselliği ve piyasalaşmayı Türkiye’de en etkili hayata geçiren aktör olmuştur. Dolayısıyla kendinden olmayan herkese, yaşam alanlarımıza, hak ve özgürlüklerimize yönelik topyekûn neoliberal ve dinci saldırı karşısında laiklik tüm toplumun/ülkenin kaderiyle, Türkiye halklarının birliği ve dirliği ile ilgili temel bir mücadele alanı haline gelmiştir.

Sonuç yerine
Siyasal İslam, okulları özel bir hedef olarak seçti. Ülkenin ve çocuklarımızın geleceği için okulların siyasal İslam’ın pençesinden kurtarılması oldukça kritiktir. Bu anlamda okulları esas alan, velileri çocuklarının geleceği/eğitimi üzerinde söz ve karar sahibi olmaya çağıran, okulları çocuk gönencinin mekânları olarak tasarımlayarak onları bilim sanat ve kültürün merkezi haline çevirmeye çalışan bir mücadele hattının inşa edilmesi gerekir. Nitekim bu yönde de çeşitli girişimler bulunmaktadır. Öyle ki binlerce öğretmen okullarda velilerle işbirliği yaparak zorunlu seçimlik dini dersler yerine bilim, sanat ve sporu öneren dersleri koydurmaya çalışıyor; Ensar ve diğer vakıflardan öğrencilerini korumaya çalışıyor; dinsel gericiliğe ve hurafelere karşı dünyanın yuvarlak olduğunu, toplumsal cinsiyet eşitliğini, evrim kuramını ve hatta deve sidiğine karşı modern tıbbı savunuyor. Kısacası felsefe, sanat, modern yaşam tarzı ve kültür gibi hayata dair insani olan her şeyi savunmaya çalışıyor. Ancak dinsel saldırının boyutları o kadar kaplamlı ki, bu saldırıya karşı çıkışı yalnızca ilerici öğretmenlere havale edilemez. Bu anlamda Veli-Der gibi öğrenci velilerini merkeze alan oluşumlar hayati önemdedir: Haydi veliler okula!