Şifayı kaptığım için iki gündür evden dışarı çıkamıyorum. Hasta olmayı bir avantaja çevirip kendimi okumaya yazmaya versem de içimde bir sıkıntı. “Kaptana oy vermezseniz gemi batacak” diye anons yapılırken, sırası geldikçe insanların güverteden denize atıldığı bir gemideymişim gibi hissediyorum. Rotası olmayan geminin etrafı, korsan gemileri ve köpek balıklarıyla çevrili, delik deşik edilmiş gövdesi, su alıyor.

Paul Auster’ın 4321 adlı romanını okuyorum. Bazı yazarlar hastayken okunmalı, bazıları âşıkken, bazıları yolculukta… Hastayken her şeye olduğu gibi okuduğum metne de direncim azalıyor, serbest algıyla metnin bütününde değil, parçalarında kayboluyorum. Battaniye, ıhlamur, klasik müzik, kendime şefkat göstermeye çalıştığım yağmurlu bir gün…

Sabah, temiz hava almak için balkona çıktığımda onu, o yırtıcı kuşu görene kadar her şey olması gerektiği gibiydi. Devasa kuşla göz göze geldiğimde korkmuştum önce. Ne kartala, ne şahine benziyordu, ama gagası, dik bakışları, tüyleriyle yırtıcı bir kuş olduğu belliydi. İstanbul’un göbeğinde, ancak Amazonlar’da ya da yüksek dağların yalçın kayalıklarında rastlayabileceğim vahşi bir hayvanla göz göze gelmek... Gözlerimi ondan alamıyordum, büyülenmiştim. Hipnotize edici bir bakışı vardı. Beni görmek onu ürkütmemişti, bir şeyden korkma ihtimali yoktu.

Sonra uçtu… Belki sizin de balkonunuza, pencerenize konmuştur, bir şeyin çağrısı gibi…

Onu gördükten sonra, hastalığımı unutmuştum, unutturmuştu. Nedenini düşündüm, başka bir hayatın, hayatın kendisinin korkusuz, direngen bir sembolü, hatırlatıcısıydı. İnsanda gitme hissi uyandırıyordu. Deleuze’ün, “Diyaloglar”da yazdığı gibi bir gitme: “Kaçmak ne kımıldamaktır, ne de tam manasıyla seyahat etmektir.” Fransız usulü seyahatlerle dalga geçiyordu, kendi benliğini de yanında götürmekle yetinen: “Oluş coğrafidir. Bunun eşdeğerini Fransa’da bulamayız. Fransızlar çok insancıl, çok tarihsel, geçmişin ve geleceğin çok endişesindedirler. Onlar zamanlarını nokta koymaya verirler. Zamanlarını gelecek ve geçmiş tarihî terimlerle düşünürler, oluşu bilemezler. Devrim için bile, devrimci olmak yerine devrimin geleceğine kafa yorarlar.”

Kitaplarımı ve defterimi sırt çantama yerleştirip kendimi dışarı attım. Gözlerim hep yukarıdaydı, belki onu bir daha görürüm umuduyla. Dormael’in “Yeni Ahit” filminde vardı, bir kuşun peşine takılıp çok uzaklara giden adam. Kuşun onu götürdüğü yer, hayalini bile kuramayacağı güzellikte bir yerdi, işini gücünü, sınırları belli rutin hayatını geride bıraktığı.

“En büyük yanlışlık, kaçış çizgisinin yaşamdan kaçışı içerdiğini sanmak olacaktır; düşgücünde veya sanatta kaçış. Kaçmak, tersine gerçek üretmek, yaşamı yaratmak, kendine bir mücadele silahı bulmaktır” diye yazmıştı Deleuze.

Balıkçılar Kahvesi’ne geldiğimde, üşümüştüm iyice, hastalığımı hatırlamıştım. Osman Abi, zencefil çayı yaptı hemen. Nereye baksam o yırtıcı kuşu görüyordum.

Cogito’nun yeni çıkan Jean-Luc Nancy sayısını almıştım yanıma. “Tarihimizin Yükü” adlı yazısında, artan dini fanatizm ve şiddete dair şu sözü gözüme çarpmıştı ilk: “Bir dünya çözülürken delilik çığrından çıkar.” Bu şiddet dalgasına, intihar bombacılarına şaşırmamıza şaşırıyordu Jean-Luc Nancy, tek kutuplu küreselleşmenin, sömürge sonrası dönemin giderek artan enerji ve finans ihtiyacının, ufuktan ve tutarlılıktan mahrum hukuk devletinin, politik hakları yok sayan liberal köktenciliğin, temsili demokrasi krizinin ve daha pek çok şeyin bugünleri hazırladığını anlatarak, Augustinus’un bir sözüyle bitiriyordu yazısını: “Ruh, baskı altındaki tenden kaçar.” Bu çağın ruhu kaçalı çok olmuştu, onu bulmak için Deleuze ve Guattari’nin bahsettiği kaçış çizgilerine ihtiyacımız vardı.

Zencefil çayını yudumlayarak ufku kapatan yağmur bulutlarını izlemeye koyuldum. Yırtıcı kuşu düşünmek yazma ve yaşama isteğimi arttırmıştı. “Gerçek, yarına bırakılmamalı” diye not düştüm defterime, gerçeğe kaçacaktım, o yırtıcı kuşun peşinde…