Son günlerde meşhur “yiyin birbirinizi” oyununda adeta yeni bir perde sahneleniyor gibi...

Son günlerde meşhur “yiyin birbirinizi” oyununda adeta yeni bir perde sahneleniyor gibi...

Ama burada “gibi” kelimesi çok önemli... Öyleyse şöyle diyeyim: Hani önce İtilafçılar ile İttihatçılar kapışmıştı. İtilafçılar, yani hükümet artı Cemaat artı liberaller, karşı cenahtaki İttihatçıları (laik ve ulusalcı Kemalistleri) “yemişler” ve bu arada doymadıklarından, sadece İtilafçılık karşıtı değil müesses nizamın her türlüsüne yani hükümete de muhalif her kesimi ham etmeye koyulmuşlardı.

Böylece oyunun birinci perdesi, birinci cumhuriyetin nihayeti ve ikinci cumhuriyetin ilanına doğru ilerlemekteydi. Bu arada her zaman olduğu üzere, filler tepişirken çimenler ezilmekte; tüm emekçiler üzerindeki baskı katmerleşmekteydi. Elbette yine bu arada Kürtlerin talepleri, Alevilerin beklentileri de güme gitmişti...

Şimdi ise asli muhalefet suçlarından birisi “Cemaate dokunmak” olarak tanımlanıyor.

Öte yandan AKP de sanki gidişattan memnun değilmiş gibi. Pek çok konuda davul hükümetin boynunda, tokmak Cemaatin elinde gibi...

Üstelik Cemaat kuvvetleri epey pervasızlaştılar, agresifleştiler ve adeta son altın vuruşu yapma noktasına geldikleri izlenimi vermeye başladılar.

Ve gelinen noktada, sanki gözlerini artık Tayyip Beyin koltuğuna dahi dikmiş havası estirdiler. Zira sadece burası hariç bütün her yerde hüküm sürermiş haldeler.

Tabii bu arada eski kuşkular yeniden depreşti...  İnsan merak etmeden duramıyor: Cemaat ile hükümet arasında bir kavga demesek de, hani şöyle bir itiş kakış, şöyle bir alttan alta tepikleşme gibi bir şeycikler mi var acaba?

İmamın Ordusu operasyonu, homurtularla birlikte yürütülmedi mi? Ama hükümet bu kez faturanın kendisine kesilmesini reddetti. Savcı görevden alındı... Öyle bir hava doğdu ki, adeta HSYK bünyesinde AKP ile cemaat arasında bir bilek görüşü oldu da, AKP şimdilik galebe çaldı... Mı acaba?

En önemlisi, bugüne dek göğsünü gere gere “Ergenekon davasının savcısıyım” diye övünen Başbakan aniden fikir değiştirdi, savcılıktan vazgeçer yönde demeçler verdi, yargılama süreci uzamasın filan demeye başladı... Ve bütün bunlara bağlı olarak, hayal kırıklığı içindeki liberal kalemler “Yahu ne oluyor, AKP ile Ordu uzlaştı da bizim haberimiz mi yok, yani bu Ergenekon davası sulh ile mi sonuçlanacak” diye kem küm etmeye başladılar.

Ve amanın! Tam bu sırada AKP’nin ve hükümetin başı Erdoğan’ın başkanlık sistemi arzusuna (Cemaatçi kalemlerin kendi saflarında göstermeye, eleştirmemeye özen gösterdikleri) Cumhurbaşkanı diplomatik bir dille de olsa itiraz etmez mi?

Elbette karşılıklı salvolar yerine ince mesajlar ve giydirmeler dinlemekteyiz. Mesela Fethullah Gülen son demecinde sanki hükümete de mesaj vermiş olmadı mı? Her zamanki üslubuyla “sulh” yanlısı bir tutum sergileyen Gülen, bu arada “müzakere” diyor, “fedakarlık” filan diyor ve ekliyordu: “Ama bunları bizleri rencide etmeden yapın.” Ardından da bu mesajın taşıyıcısı Hüseyin Gülerce, “Hoca Efendi” adına soruyordu: “Tutulması gereken bir el uzatıyor. Kim tutacak acaba?”

Sorunun muhatabı belli değil mi? Ama yine de bu noktada beni şeytan dürtüyor ve aklıma Murat Yetkin’in geçen günlerde “Asıl vaveyla 11 Nisan günü AKP adaylarının ilanıyla kopacak” diye yazdığı cümle geliyor. Belki de bu eli kimin tutacağı 11 Nisan günü (Cemaat aday sayısı sayesinde) belli olacak.

Buna karşılık Tayyip Beyin “çırak-usta” ikilemiyle anlattığı durum ise belki sıradan bir benzetme, ama belki bu da manidar. Başbakan belki de şunu söylemek istiyordur: Eskiden çıraktık, talebeydik, ama şimdi bizde usta olmaktayız, hoca olmaktayız, ya Hoca Efendi!

Yazıyı toparlarken BirGün yazı işleri müdürümüz İlker Yaşar’la yaptığım (mutat) telefon sohbetinde yazımın konusunu söyledim; İlker, “Abartmayalım, sofrada yemek varken kavga çıkmaz” dedi. Elbette haklı. Öyleyse buradaki asıl soru, kim daha fazla yiyecek meselesiyle, yani açgözlülükle ilgili olmalı... Ama sofra da sofradır ha; Halil İbrahim değil, iktidar sofrasıdır!

Yiyorlar mı birbirlerini? Yemesinler mi birbirlerini? Yesinler birbirlerini elbette, ama şunu unutmayalım: Birincisi, Cemaati “kötü polis”, hükümeti “iyi polis” görmek saflığın daniskası olur ve hatta bu memlekette görüldüğü üzere muhalefeti bir kez daha ehveni şer’e filan mecbur hale getirir...

Öte yandan onların yiyiştiği bu sofrada bize katiyen ekmek yoktur... Zaten devrimciliğin kitabında yazan ilk cümle şudur: Hâkim sınıflar kendi aralarında çatışırlar, halk muhalefeti karşısında derhal birleşirler!

Hiçbir hâkim ittifak, alaşağı edilmedikçe kendi iç çelişkileriyle yıkılmaz...

Ama şu keyifli cümleyi bir kez daha kurmaktan da kimse bizi alıkoyamaz:

Yiyin birbirinizi!