Dâhil olmadığı hayatlara müdahil olma çabasındaki yobazın ekonomik politikası kendisine mecbur bırakmak üzerine kurulu. İş tanımının esnekleşmesinden hukuki tanımların esnekleşmesine kadar geçen süre boyunca, tüm talep ve itirazları kendi retoriğine sıkıştırıp, o dili konuşmayanları kriminalize etmek üzerine kurulu

Yobazın ekonomik politikası

Altı yedi yıl evvel Cüppeli Ahmet Hoca her devrin “adamı” Fatih Altaylı’nın malum televizyon programına çıkmış konuşuyor: “Cehenneme gitmek çok pahalı” diyor, “cennet bedava”. Ulemaca bir bezirgânlığın perişanlığında Arapça atıflarla süslüyor sözlerini ve programın diğer konuğu olan Murat Bardakçı’nın o Hıncalvari kıkırdamaları eşliğinde konuşmaya devam ediyor: “İçkisi para, kumarı para, zinası para, şusu para, busu para… Namaz kaç para? Yani cehenneme girmek özel çaba ister, ama cennet bedava”.1

Aynı dönemde Konya’da saha araştırmasındayım.2 Türkiye’de -her ne hikmetse 80 sonrası- yükselişe geçen dindar-muhafazakâr burjuva fraksiyonların emek denetim kalıplarını tespit etme çabasındayım. İşçilere verdiği “namaz izinlerinden” veryansın eden patronları dinliyorum. Kendilerinin bu ülke için ne denli önemli olduğunu söyleyip duruyorlar. Vefasız işçileri için ne kadar çok fedakârlık yaptıklarını, memleketin bütün yükünü omuzlarında taşıdıklarını, inançları gereği gösterdikleri hassasiyetlerin yahut yerine getirdikleri (zekât, fitre, sadaka gibi) ödev ve sorumlulukların kıymet bilmez işçiler tarafından nasıl suiistimal edildiğini anlatıyorlar. Kendi çıkarlarının genel/ortak çıkarlar olduğu hususunda çok ısrarcılar, hatta sadece bu ülke için değil, aynı zamanda “tüm İslam âlemi için” çalıştıklarını iddia ediyorlar. Öyle ki Kurban bayramlarında Hıristiyan Avrupalıların yıllarca sömürmüş olduğu (ve elbette ki Müslüman nüfusun çok olduğu) Afrika ülkelerine gidip, açlıktan ölmek üzere olan insanlara “Allah rızası için” gıda yardımı bile yapıyorlarmış.

Elbette ki bir taraftan da işçilerle konuşuyorum. Hiç bitmeyen kriz koşullarında, AKP’nin ilk icraatı olan 4857’nin tartışmasız kıldığı güvencesiz emek piyasasında, patronlarının insafından başka güvencesi olmayan işçilerle… Açıkçası, dindar olan patronların bir nebze daha “güvenilir” olabileceğini düşünüyorlar. Çünkü patronlarla aralarındaki pazarlık (yevmiye, zam, mesai gibi) ekonomik terimlerle değil de (kul hakkı, sevap, günah gibi) dinsel terimlerle şekillenmiş durumda. Bu sayede bazı haklarını koruyabiliyorlar. Misal namaz izinlerini vermeyen yahut maaşlarını ödemeyen patronları “Allahsız” ilan edebiliyorlar. İtibarını zedeleyip iş ilişkilerini bozabiliyorlar. Fakat -yer yer işverenlerin tavizleriyle kazanım elde ettiklerini düşünseler de- o “dili” konuştukları müddetçe, talep ve itirazlarını dinsel bir retorikle ifade ettikleri sürece eninde sonunda kaybediyorlar. Çünkü o retorik adına “İslami dünya tasavvuru” denilen bir toplumsal tasarıma amade kılınmış durumda, çünkü eşitsiz bir uzlaşmadan başka bir şey ortaya çıkarmıyor.

Sonra rastlantı eseri girdiğim bir KOBİ’de çalışan Afrikalı işçileri görüyorum. Bugün artık “öcü” ilan edilmiş cemaatlerin aracılığıyla “hayır için” getirilip, yine “hayır” için asgari ücretin yarısına çalıştırılan işçileri. “Onlar zaten iş bilmiyor ama aç kalmasınlar diye çalıştırıyoruz” diyor patronları. Sonra o hayırsever patronların imam nikâhıyla evlendikleri Afrikalı kadınlar olduğunu öğreniyorum. Tıpkı vaktiyle savaştan kaçıp yanlarına sığınan Bosnalı kadınlara kıydıkları ikinci nikâhlar gibi, tıpkı bugün Suriyeli kadınlara “kıydıkları” gibi… İşin garibi bunu “sünnet” bellemeleri… Olayı anlatan işçiler “patron onu korumasına almak için evlendi” diyor. “Onun sınavı da zenginlik.”. Varlıklı olanların dindarlığı bir başka; “hayır için” sömürü, “korumak için” tecavüz… Elbette ki Hıristiyanlar gibi emperyalist değillermiş ama…

İşten atılmış emekçilerle de görüşmeye başlıyorum sonra. Ve o toplumsal tasarıma aykırı olanların, o retoriği reddedenlerin işten çıkarıldığını, ücretlilik ilişkisinden dışlanmakta olduğunu görüyorum. Kumpas böyle kurulmuş; dinsiz olsan bile o dili konuşman gerekiyor iş bulabilmek için. Sonrası malum; “sağ elin verdiğini sol el görmemelidir ama” diye söze başlayan patronlar işçilerine ne tür “sadakalar” verdiklerini anlatıyor, iş kazasında vefat eden işçisinin ailesine maaş bağlamakla övünen patron tipi, üzerine basa basa “bunu yapmak zorunda olmadığını” vurguluyor. “Allah rızası” sosyal güvenlik ağı yerine kurumsallaşınca böyle, patronun lütfettiği o “enformel güvence” kliyentelistik (yaranmacı) bir bağlamı teşvik ediyor. Eni sonu bireysel “paçayı yırtmalar”, şükretmeler, ne kadar meydan okuması yahut itirazı olsa da işçilerin eni sonu tevekkül…

Emeğin tevekkülünden kitlelerin tevekkülüne

6-7 yıl evvel üretim ilişkilerinde tespit ettiğim (ve açıkçası yukarıda çok kısıtlı olarak betimlediğim) bu kumpasın bugün artık kamusal ilişkilerin tümünü sardığını söyleyebiliyorum ziyadesiyle… O malum İslami toplumsal tasarımı paylaşmayanların ve dindar-muhafazakâr retoriğe bel bağlamayanların pek çok yerde artık sadece ücretlilik ilişkilerinden değil, yekûn kamusal hayattan dışlanmakta olduğu günleri yaşıyoruz. Ve dindarlığın rızayı ürettiği günlerden, rızanın da dindarlığı üretmeye başladığı günlere çoktan geçmiş durumdayız. Öyle ki dindar-muhafazakâr burjuva fraksiyonları kendi içinde çatışmaya başlamış, bunlardan birkaçı devlet kadrolarını sarmış, biri darbe yapmaya yeltenmiş, öbürü sala-salavat karşı-darbe… Anlatmaya gerek yok uzunca; herkes her şeyin farkında…

Hiçbir müstehcenlik algısını tanımaksızın oburca benimsenen dindarlığın altyapısında bu kumpas var; politik kültürün de tamamen İslamileşmesiyle tüm talep ve itirazların aynı retoriğe hapsedilmesi. Çünkü devlet aygıtını ele geçiren örgütlü yobazlık başka dil tanımıyor. Yaşamını meşru hudutlar dâhilinde sürdürmek isteyen “herkesi” o dili konuşmak zorunda bırakıyor. Cumhuriyet tarihinde eşi görülmedik bir “sağcı görgüsüzlükle” muhtarından belediye başkanına, mebusundan cumhurbaşkanına kadar kadrolaşmış yobazlar herkesin asli muhatabı. Yeşil kartları onlar dağıtır, yoksulluk yardımlarını kimlerin alacağına onlar karar verirler. Devlet kapısında bekleyenleri kadrolara onlar atar, ihalelerin sonuçlarını onlar belirlerler. Herkes kendini onlara ispat etmek zorunda, yardım almak için, iş bulmak için, vergi borçlarını sildirmek için, işten atılmamak için, burs bulmak için, kadrolara atanmak için, velev ki 15 Temmuz’un ardından meşru vatandaş olarak hayatını sürdürebilmek, sağa sola tükürük saçarak saldıran devletin pervasız yaptırımlarına maruz kalmamak için… Herkes Demokrasi Nöbetlerine gidip boy göstermek, herkes “edepli” olmak, dindar olmasa da dinciliğin iktidarını tanıdığını göstermek zorunda… Zar atmak günah diye topaçla oynanan o masa oyunu3 gibi; takva yarışı…

Dâhil olmadığı hayatlara müdahil olma çabasındaki yobazın ekonomik politikası kendisine mecbur bırakmak üzerine kurulu. İş tanımının esnekleşmesinden hukuki tanımların esnekleşmesine kadar geçen süre boyunca, tüm talep ve itirazları kendi retoriğine sıkıştırıp, o dili konuşmayanları kriminalize etmek üzerine kurulu. Evvelce beyan ettiğim üzere; halkı ve geleneği üretme pratiğini de halka ve geleneğe dayanma gibi göstermesi de cabası…

İşin kötüsü, muhalefet de meşru olmak için aynı dili konuşuyor. Vaktiyle aynı retoriğe hapsedilen “barış sürecinin” iktidar tarafından nasıl iğdiş edildiğini kavrayamayan Kürt muhalefeti gibi, CHP de meşru olma kaygısıyla AKP’nin koyutlamalarından hareket ederek kaybediyor bugün. Darbe destekçisi faşist şair Necip Fazıl’ın ezberiyle; “milli irade” söylemi politik ifadenin orta yerine mıhlanmışken, Osmanlıcı bir hayalperestlikle Türklüğü selamlayan İslamcıların bugün artık daha yüce gayeleri deklare eden savaş çığırtkanlığı “milli mutabakat” adlı o sahte assabiyenin mayası haline geliyor.

Tabandan laiklik

yobazin-ekonomik-politikasi-196810-1.

Bu durumdan kaygılananların sayısı sanıldığı kadar az olmadığı gibi, bu grup sadece ateist komünistlerden, bohem alkoliklerden yahut ‘elitist Kemalist’lerden filan ibaret değil. İktidar meşruiyet eşiklerini daralttıkça, dışlayıcılığı da artıyor. Kamusal alanın sekülerler için günden güne tehlikeli hale getirilmesi, tecavüzcülerin, kalpazanların ve faşist çetelerin bizzat iktidar tarafından kollanıp teşvik edilmesi, kabahatler kanununa yönelik müdahalelerin ve bazı vergilerin özel olarak seküler kesimleri hedef alması nedeniyle, sıradan yobazın taciziyle devlet tacizi birbirine eklemlenmiş durumda. Osmanlı’daki gayrimüslimlerin yüksek vergiler ödemek koşuluyla görece rahat bırakılması gibi, bugün parası olan sekülerler kendi korunaklı alanlarında yaşamlarını sürdürüyor olabilir; ancak sorun onlarla ilgili değil. Varsayıldığının aksine toplumun dokusuyla aslında uyuşmayan bu dinci tahakküm en çok proletaryayı yoruyor. Dincilikten bezmiş dindarı da, toplu ulaşıma, sokağa, işe gidip gelmeye mecbur olan apolitik emekçiyi de tedirgin ediyor.

Sosyalistlere düşen ödev tam da bu çelişkiyi görmektir işte. AKP’nin yukarıdan dinciliğine4 karşı duran en hakiki alternatifi örgütlemek, Korkut Boratav’ın tabiriyle5 tabandan laikliğin neferi olmaktır bu ödev. Çünkü ne Ulusalcıların ne de 28 Şubat darbecilerinin dilinde pelesenk olmuş o jakoben tahayyüldür laiklik, “dinden politik özgürleşme” olarak o; çalışma yaşamından dışlanan cinsiyet yönelimlerinin, başka yerde ev vermedikleri için ve yanı sıra şehir merkezi kendisi için daha güvenli diye yüksek kira ödemek zorunda kalan “dul” kadının, alkol yasakları yüzünden sokakta içki içemeyen ve o pahalı mekânlara imitasyon kıyafetleriyle giremeyen bebelerinin, dindarlığını ispatlayamayan torpilsizlerin, taşrada linç tehlikesiyle yaşayan “adı çıkmışların”, kızlı-erkekli yaşamak zorunda olup komşularından korkanların ve günaşırı pahalanan o korunaklı seküler yaşamı elde edecek geliri olmayanların arzusudur. Evet, Cüppeli Ahmet haklı; günah pahalı…

1- İlgi: https://www.youtube.com/watch?v=5-8L4NWt9_0

2- İlgi: Emeğin Tevekkülü, İletişim Yayınları, 2011.

3- İlgi: http://www.nursepeti.com/takva-yarisi-pmu47

4- İlgi: http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/6763/dindar-muhafazakar-burjuvazi-ve-yukaridan-dindarlik#.WACwaeaffzM

5- İlgi: https://www.birgun.net/haber-detay/laikligi-kazanacagiz-130742.html