Üstat Asimov’un bilginin yayılmasına dair zarif bir şekilde dillendirdiği üzere: “Tam şu anda hayatın bence en üzücü tarafı, bilimin bilgiyi biriktirme hızının, toplumun bilgelik edinme hızından daha fazla olmasıdır.”

Yok oluyoruz!

Birçok insan, kısa vadedeki kazançları, uzun vadedeki kayıplara yeğler. İçinde yaşadığımız sistemin kalbinde de büyük oranda bu insani zaaf yatar. Bu nedenle kısa zaman dilimlerinde müthiş atılımlar yaptık yapmasına, ama ne pahasına? Medeniyetimizi bir daha ayağa kaldıramayacak kadar yıkmak pahasına… Dünya’nın ekosistemini müthiş bir hızla yıktığımız için, artık pek de sessiz olmasa bile derinden gelen iklim krizi gibi problemler hayatımızı tehdit ediyor.


Ancak bu “hastalık” da insanı birdenbire yatağa düşüren türden olmadığı için, sorumluluklarımızı ötelemeye devam ediyoruz. Bu, hep böyledir: Fazla hareket etmeyen kilolu birine, yaşam stilini gözden geçirmezse 10-15 sene içinde çok büyük ihtimalle kalp krizi geçireceği bilgisini vermeniz, ne kadar doğru bir bilgi olursa olsun, o kişide pek az etki yaratacaktır. Ancak o kişi bırakın kalp krizi geçirmeyi, 1 kerecik ısrarcı bir göğüs ağrısı yaşasın, hemen yaşam stilini değiştirecek adımları atmaya çalışacaktır. Aşı karşıtlarının, bir sonraki nefesi alıp alamayacaklarının belli olmadığı ölüm döşeklerinde, doktorlarından kendilerine aşı yapmaları için yalvarmaları da bundandır.

Sorun şu: Bir kişinin çok kilolu olması ve az egzersiz yapması, genelde sadece kendisine zarar verir. Ancak tıpkı salgında aşı olmaya, maske takmaya, mesafesine dikkat etmeye ayak direyen gericilerin sebep olduğu gibi, insanlığın yarattığı iklim krizi de ne yazık ki sadece 1-2 kişiyi (veya sadece 1-2 türü) etkilememektedir. İklim değişiminden ve altta yatan nedenlerinden (örneğin habitat yıkımından) kaynaklı problemler öylesine büyüktür ki, Dünya tarihinde bugüne dek yaşandığını bildiğimiz 5 büyük kitlesel yok oluşa bir yenisini ekleyecek düzeye ulaşmıştır. Holosen Yok Oluşu olarak adlandırılan ve şu anda farkında olmasak bile içinde olduğumuz bu toplu yok oluş hakkında yapılan yeni araştırmalar, felaketin vardığı boyutu gözler önüne seriyor: Örneğin sadece 40 yıl içinde okyanus yaşamının %49’unu, 50 senede ise yaban hayattaki popülasyonların yüzde 68’ini yok ettik.

Tıpkı COVID-19 salgını inkârcılarının da yaptığı gibi, bunca bariz işarete rağmen Dünya’nın “bir yok oluş hâlinde olmadığını, gayet iyi olduğunu ve ortada bir sorun olmadığını” iddia eden, sesi gür çıkan bir azınlık da var. Bunların sığındıkları yalan, az sayıda omurgalı türünün hâlen ciddi bir yok oluş sürecinde olmadığı, tam tersine bu tür gruplarındaki çeşitliliğin arttığı gerçeğine dayanıyor. Halbuki omurgalı türlerinin geneline bakıldığında yok oluşun izleri net olarak görülebiliyor.

Dahası, yıkımdan en çok etkilenen hayvanlar, hâlihazırda sayıca baskın olan omurgasız türleri. Bu alandaki çalışmalar da az önce verdiğim verilerle paralellik gösteriyor: Örneğin yapılan yeni bir çalışma, kara salyangozları ve sümüklüböcekler gibi omurgasızların yok oluş hızından yola çıkarak, sadece son 500 yılda Dünya’daki tüm türlerin yüzde 7.5-13 arasını yok etmiş olabileceğimizi gösteriyor – ki bu, 150.000-260.000 arası türün tamamen insan kaynaklı nedenlerle tarih sahnesinden silinmesi demek.

Şöyle düşünün: Kuşlar harici dinozorları yok eden göktaşı, çarpmasından sonraki 1 milyon yıl kadarlık süreçte, o dönemdeki tüm türlerin %75’ini yok etmişti. Biz, sadece 500 yılda türlerin %10’unu (potansiyel olarak çok ama çok daha fazlasını) çoktan yok etmiş olabiliriz.

Kötü gidişatı görmezden gelmeye çalışanlar, evrimsel biyoloji arkasına sığınmaktan da geri durmuyorlar: Onlara göre bu tür yok oluşlar, doğal sürecin sıradan bir parçası ve bunların yaşanması “çok normal”. Bu, salgın inkârcılarının “doğal bağışıklığa” yönelik çarpık mantığıyla paralellik gösteriyor. Eğer aldığımız kararlar sadece kendimizi etkileseydi, dışarıdan bir gözle bakıp doğanın kendi içindeki yıkım ve yapımını izlemek “keyif verici bir biyoloji deneyi” olabilirdi. Ancak salgında (ve kitlesel yok oluşta) yıkılan bireyler ve türler, kendi ailemizi ve sevdiklerimizi içerdiği için, diğerlerinin cahil vurdumduymazlığı da kabul edilemez bir boyuta erişiyor. Zira kendi istekleri konusunda bencil olan insanlar, türümüzün inşa ettiği sistemin yarattığı yıkımını da normalleştirmeye çalışarak türcü bir tavır takınmaktan geri durmuyorlar.

Ne yazık ki seçim dönemleri arası kısır bir döngüye sıkışmış siyasi figürler de bu tür büyük ölçekli ve uzun vadeli sorunlara eğilme motivasyonuna sahip değil. Atıyorum, ta 7-8 nesil sonraki insanları yok edecek bir problemle uğraşmanın, 2 yıl sonraki seçimlerde oy kazandırma potansiyeli düşük. Neden uğraşılsın ki?

Ancak tıpkı kilo ve hareketsizlik nedeniyle 15 yıl sonra kalp krizinden ölme ihtimali çok yüksek olan kişinin bilişsel kopukluk hâlinde olduğu gibi, türümüzün doğal çevrede yaşanan yıkım konusundaki bilişsel kopukluğu, bu felaketin yaşanmakta olduğunu ve bir noktada çöküşümüzü beraberinde getireceği gerçeğini değiştirmiyor.

Biz bilim insanları ve bilim anlatıcılarıysa, bir yandan kristal parlaklığındaki gerçeği görüp de “hastanın” bir noktada yaşam biçimini değiştireceği konusundaki ümidimizi korurken, diğer yandan kalemimizi kullanmanın ötesinde pek bir gücümüz olmadığı dehşetiyle yüzleşmek zorundayız.

Veya üstat Asimov’un daha zarif bir şekilde dillendirdiği üzere: “Tam şu anda hayatın bence en üzücü tarafı, bilimin bilgiyi biriktirme hızının, toplumun bilgelik edinme hızından daha fazla olmasıdır.”