Yoksul gençliğin sokaktaki sesi
Yazar Figen Şakacı, HınçAhınç romanı ile edebiyatseverlere sokak kültürü dinamizminin tüm gerçekliğini üç arkadaşın yaşamı üzerinden gösteriyor. Şakacı, “Yoksul mahallelerdeki gençler bu dünyadan alacaklılar” diyor.

Deniz Burak BAYRAK
Figen Şakacı, son romanı HınçAhınç’ta yoksul ve gelecekten umutsuz üç arkadaşın yaşamını ülke gerçeklerinden kopmayan bir tarzda anlatıyor. Sokak kültürünü; yine sokakta büyüyen gençlerin aile yaşantıları, ekonomik kaygılar, politik atmosfer ve bolca argo ile anlatan Şakacı, sokakta büyüyen bir gençlik üzerinden sokağın şu an geldiği tekinsiz boyutu hatırlatıyor. Şakacı ile romanını konuştuk.
HınçAhınç, sokağı anlatan bir roman. Sizi sokağı, sokak kültürünü ve derin yoksulluğun içinden üç arkadaşı anlatmaya iten süreci biraz açar mısınız?
Sokak yabancısı olduğum bir yer değil hatta bence en ince ayrıntılarına kadar hayat bilgisini öğreten bir okul. Benim çocukların zamanı da çoğunlukla hele de okulu bıraktıktan sonra sokaklarda geçiyor. Özellikle yoksul mahallelerde yanından geçip gittiğimiz gençlere bakınca yüzlerinde her an kavgaya hazır bir öfke, bu dünyadan alacaklı olduklarına emin bir hâlleri olduğunu gördüm. Bunun benim yakıştırmam olmadığını, kendi bakışıma karakterler oluşturmak için değil, onların gözü, sesi olma hevesi ve heyecanıyla oturup yazmaya koyuldum.
Bir nesil arkadaşlığı birlikte büyüyerek geliştiren, ‘kardeş’ olma kavramını benimseyen ve sokakta büyüyen çocuklardı. Şimdi sokak tehlikelerle dolu. Nasıl geldik bu noktaya sizce?
Ben sosyolog değilim ama sosyologların özellikle Nagehan Tokdoğan’ın yazdığı ‘Yeni Osmanlıcılık- Hınç, Nostalji, Narsisizm’ kitabından çok yararlandım. Orada yirmi yılı aşkın süredir yaşadığımız sosyo-kültürel değişim ve hayatımızın nereden nereye evrildiği politik ayrıntılarla anlatılıyor. Benim de niyetim tam da buydu; 2000 doğumlu gençlerin hayatla ve birbirleriyle kurdukları ilişkilerde hangi değerlere yaslandıkları, güven ve dayanışmanın onlar için ne kadar önemli olduğu ya da olmadığı… Malum ‘kanka’lık da kan kardeşliğinden gelir; ömürlük bir arkadaşlık için kullanılırdı ve birlikte verilmiş bağlılık sözüydü. Şimdi o kardeşler birbirine bağlanmak için değil ayrıştıkları için kan döker hâle geldiler. Bu noktaya birden gelinmedi; yolun bundan sonrası da bu tekinsizlikle nasıl gidilir bilmiyorum hakikaten. Endişeli çoğunluğun içinden üzüntüyle izliyorum.
BİR ARPA BOYU YOL ALAMADIK
“Okusan da fakirsin bu memlekette okumasan da; ha okuyunca havan olurdu eskiden, şimdi öyle mi?” diye soruyorsunuz romanda. Bir ülkenin sağlam eğitim sisteminden oluşan bir zemin üzerine oturması gerektiğini düşünürsek nereye varıyor bizim hâlimiz?
Ben öğrencilik zamanımda iki kere şiddet gördüm; birincisi İstiklal Marşı söylenirken gülümsemiş miyim ne olduysa Sosyal Bilgiler hocası görmüş ve beni bir köşede kıstırarak bir tokatla duvara çalmıştı. Bir de Milli Güvenlik dersine gelen asker vardı; hepimizi sıraya dizer, elinde cetvelle marşın bilmem kaçıncı dizesini tak diye sorar, düşünmemize fırsat bile vermeden avuçlarımıza çat çat vururdu. Bu dediğime Türkçe bilmediği için dövülen öğrencileri de ekleyin, din dersi almak istemeyen çünkü Müslüman olmayan ailelerin çocuklarını da… Ben 53 yaşımı doldurdum, o günden bugüne eğitim sistemimiz nasıl değişti diye yanımda yöremdeki gençlere, arkadaş çocuklarına bakıyorum; hâlleri içler acısı. Ben üniversitede okurken iki iş birden yapmak zorundaydım, şimdikiler tek bir işe dahi girseler yedikleri sandviçe, almaları gereken proteine paraları yetmez… Gördüğünüz gibi vardığımız yer değil de durduğumuz ve bir arpa boyu yol alamadığımız yer demek daha doğru… Oysa size umutlu, neşeli bir şeyler söylemeyi ne çok isterdim.
HınçAhınç’ta çoklu bakış açısı ve anlatıcıyı yeğleyen bir söylem havası tutturmuşsunuz. Bu tekniği kullanarak ifade özgürlüğünün sorunlu olduğu bir ülkede herkese söz hakkı vermeyi mi istediniz?
Edebiyat benim için her şeyden önce dil lezzetidir. Her kitabımda ayrı bir dil ve dert edinerek kendimi zora sokmaya bayılırım. Bu romanımda yazarı da nesneleştirerek hatta bir tahtı varsa ona da tekmeyi basarak anlatının anlatı olduğunu, yazarın karakterlerinin elinde oyuncak olabileceğini, okurun sadece benim dediğime/yazdığıma değil başlı başına anlatılan öznelere odaklanmasını istedim. Diğer romanlarımda buna dikkat ettim evet, tek bir bakış açısıyla anlatmayı değil, herkese söz hakkı vermeyi, yargılayan değil anlayan ve anlatan olmayı seviyorum.
Romanı yazmadan önce jargona, argoya ve sokak kültürünün dinamiklerine ilişkin bir araştırma sürecine girdiniz mi?
Ben de sokaktan eve girmeyen biriyim. Üstelik çocuklar, hayvanlar ve kadınlar için sokaklar çok tehlikeli bir hâle gelmişken. Romanı yazarken anlattığım türde bir Yeni Mahalle’den çok geçtim; gençlerin konuşmalarına kulak kesildim. Zaten dışarı çıktığım andan itibaren çok laf dinler çok hikâye toplarım ben.