Başlık için kısalttığım sorunun aslı şu “Mademki egemen ideoloji alt ve orta sınıfların gelişimini engellemekte, onların alt konumda kalmalarını sağlamaktadır; öyleyse neden bu sınıflar egemen ideolojiye uygun davranmaktan vazgeçmemektedir?”

Pazar günü yapılacak genel seçimlerde, oranı ne olursa olsun AKP’nin aldığı oya bakarak bir süre bu soruya kendimizce yanıt arayacağız. Yanıt, büyük olasılıkla seçmenin bilinç düzeyinin sorgulanmasından çıkartılacak. Toplumun büyük bir kesiminin, küçük bir azınlığın çıkarına hizmet eden fikirlerin peşine takılmasını “yanlış bilinç”e bağlayıp hayıflanacağız.

Hele ki bu ideolojiyi benimseyen partinin, insanları cinsiyet, dil, din, ırk farklılıklarına göre tanzim edip toplumsal barışı bozduğu; kendisine teslim edilen kamu bütçesini ve yetkisini yandaşı lehine kullandığı, hırsızlık yaptığı, adil olmadığı, hukuka uygun davranmadığı, yalan söylediği, insanları ve toplumu baskı araçlarıyla susturmaya çalıştığı açık ve kendisi tarafından inkâr edilmezken…

Dahası, bu ideolojinin önümüzdeki lideri, kadınlarımıza açıkça küfür ediyor, kişileri “katli vaciptir” anlamına gelecek açıklıkta ölümle tehdit ediyor, gözünün için bakarak milyarlarca liraya mal olan şatafatını eğlencelik (çerez) harcama kaleminden sayarak halkla alay ediyorken karizmatik olabiliyor!

İnsanlar, nasıl olur da aleyhlerine sonuçlar üreten berbat bir ideolojinin duygusal ve siyasal tercihlerini yansıttığını, kendilerini temsil ettiğini düşünüp peşine düşebilirler?

Steven Tozer ve Guy Senese, Eleştirel Pedagoji dergisinin son (40.) sayısında yayımlanan Egemen İdeoloji ve Öğretmenin Mesleki Otoritesi başlıklı ortak makalelerinde yukarıdaki soruya iki yanıt veriyorlar. Yoksul çoğunluk ya başka bir şekilde hareket etmelerini sağlayacak daha anlamlı alternatif bir anlayışa sahip değildir ya da mevcut toplumsal yapı onların farklı davranmalarını engellenip kısıtlamaktadır.

Birincisi, yani halkın alternatif bir kavrayışa sahip olamaması, tabi tutulduğu eğitimle ilgili. Eğitim dedikse illa okul eğitimi anlaşılmamalı; toplumu etkileyen din, medya, aile, sanat ve edebiyat gibi kültürel kaynakların tümü bu sonuçtan sorumlu. Hakareti ve haksızlığı yapanlarla, maruz kalanların daha çok dindarlar olduğuna bakarak, bir kişinin ona bağlı politikanın alternatifi bulunmadığını telkin edenin din olduğunu söyleyebiliriz.

Toplumun farklı davranmasını engellemenin yolu ise halkın egemen ideoloji dışında seçeneklere yönelmesi durumunda şiddete başvurulmasıdır. Halk, egemenliğin çizdiği sınırların dışında düşünüp davranmaya başladığında ya da entelektüeller farklı seçeneklerle halkın arasına katıldığında asker, polis, istihbarat, yasa, ekonomik yaptırım şiddet aracı olarak devreye sokulur.

Eleştirel düşünme becerisi gelişmemiş insanların, aleyhlerine politika geliştiren ideolojileri diğerlerinden ayıramaması anlaşılabilir. İnsanların canını, malını, geleceğini tehdit eden yaptırımlardan korkmaları da normaldir. Normal olmayan “okumuş” ve şiddete de maruz kalmadığı halde bir sürü zibidinin saray çöplüğünden ayrılmaması ki bizde epey miktarda, bir partiyi ayakta tutacak kadar çokturlar. Hadi, “aydın” görünümlü olmalarından ötürü egemen ideoloji bunları satın alır ve egemenlik eleştirisi yapan, iktidar uygulamalarını sorgulayan entelektüeller karşısında kullanır diyelim; bu da normal! Ya, büyük çoğunluğu yolsuzluk yaptığından, hırsızlığından emin olduğu partiyi tercih ediyor olmasına ne demeli?

Etyen Mahcupyan, “AK Parti’ye oy veren seçmenlerin yüzde 70’i yolsuzluk olduğuna inanıyor” dedi. Hadi diyelim ki yüzde 70’in içinde olan Mahçupyan bir bedel karşılığı iktidarla ilişkisini sürdürüyor. Peki, “iyi” bir eğitimden geçmemiş olsalar da hırsızın hırsız, arsızın arsız olduğunu ayırt edebilmiş olan geri kalan neden hırsızın arkasında durmaya devam eder? Galiba baştaki soruya Türkiye için üçüncü bir yanıt aramak gerekli. Eğer yanıt dindaşlık hukukuysa vay o dinin haline!