Ermenistan’da protestocuların Meclis binasını basıp, meclis başkanına öldüresiye şiddet uyguladıkları görüntüleri seyrettiniz mi? Kontrolünü yitirmiş bir öfke seline kapılmış insanlar kime neye saldıracaklarını bilemez halde amaçsızca yıkıyor, parçalıyor, zarar veriyorlardı. Sadece insanlara değil eşyalara da hınçla saldırıyor, kendi devletlerinin sembollerini parçalıyorlardı. Yenilginin hayal kırıklığı öz tahripkarlığa dönmüştü.

Derdim uluslararası politika, kim haklı kim haksız tartışması yapmak değil, haddim de değil. Kimsenin kimseyi sömürmediği, kimsenin kimseyle savaşmadığı barış içinde bir arada yaşayabilmeye olan inancımdan ötesi ayrıntı.

Milliyetçiliğin hele de yoksulları kandırmak için kışkırtılan milliyetçiliğin yenilgi karşısında düştüğü durum, ne hazin! Paşinyan’ın kendi halkından saklanarak barış anlaşması imzalamak zorunda kalması, Ermenistan ordusunun ne silahımız ne gücümüz var demek zorunda kalışı. Daha da acısı, şimdi ekranlara elini sallayarak, sakil bir kibirle, “nerdesin Paşinyan?” diye heyheylenen galibin, çok değil 30 yıl önce katliamlardan can havliyle kaçan “soydaşlarını” hala çadırlarda, yersiz yurtsuz mülteciler gibi yaşatan biri olması. İkisi de halklarına yoksulluktan başka bir şey verememişken ağız dalaşına girmeleri değil dikkat çekmek istediğim.

Ermenistan meclisinin basılma görüntüleri içi boş milliyetçiliğin nasıl kendisini vuran bir silah olduğunu bir kez daha gösteriyor. Yaralı, örselenmiş, kıyılmış bir milletin içine düşürüldüğü perişanlık. 10 milyon Azerbaycanlı ve 3 milyon Ermeni’nin büyük çoğunluğu derin bir yoksulluk içinde yaşarken, halkların milliyetçilik yanılsamasıyla birbirini yıllardır kırmaları. 30 yıl önce Ermenistan Karabağ’ı işgal ederken de onlar öldü, sürüldü. Şimdi tersi olurken de yine onlar ölüyor ve sürülüyor. İkisi de aslında hep kaybederlerken, kazanan her defasında başta Rusya, diğerleri oluyor.

Asıl dikkat çekmek istediğim, yoksulları milliyetçilikle büyülemenin tehlikesi. Bir zamanlar bizim olan ama elimizden haince alınanı geri aldığımızda zenginleşeceğiz hayalini kışkırtmak çok kolay. Düşmanlarımız yüzünden bu durumdayız, onları yenersek refaha ereceğize inandırmak da, öyle. Aslında o kadar üstün ve güçlüyüz ki, başkaları bize ancak hizmet edebilirler, fetihlerle ele geçireceğimiz yerlerin zenginlikleri bize ganimet olarak kalacak propagandası yapmak da.

Yokluk ve yoksulluk içinde hayatta kalmaya çalışan insan güç hayali karşısında savunmasızdır. Üstelik hemen yanı başında kendisinden çok daha iyi koşullarda yaşayanlara tanık oldukça “zayıflık”, “yetersizlik” duygularına daha da derinden kapılır. Bu ezici duyguların baskısından, öz yetersizlik hissinden kurtulabilmek için, hayale kapılmaya yatkınlaşır. Ben başarısızımla yüzleşmenin acısından sıyrılmanın en kolay yolu, içinde bulunduğum durumun sorumlusu ben değilim akıl yürütmesidir. Haklıdır da çoğu zaman; yanı başından güle oynaya, refah içinde geçip giden başarılılar vardır. İşte sorumlu bulmaya hazır durumda olan bu kitleyi düşman siyasetine inandırmak, yöneticilerin bir taşla iki kuş vurmalarını sağlar. Bir düşmanı hedef göstererek, hem kendi sorumluluklarını gizler hem de size zenginliği ben getireceğim vaadini kolayca benimsetir. Benim peşime takılırsanız sizi kurtarırım diyerek kendisinde onlarda olmayan bir “güç” varmış yanılsaması yaratır. Liderde var olduğu sanılan güce yönelen kitle, o güçle bütünleştiğinde kendi güçsüzlüğünden eser kalmadığını, yakınlaştıkça, onunla birleştikçe kendisinin de güçlendiği hissini yaşantılar. Sarayın görkeminde yaşayanın lider değil de kendisi olduğu sanmaya başlar. Sanki tahtta kendisi oturuyormuş gibi hisseder. Kralların, diktatörlerin, tek adamların şatafatı bu yüzden kitle tarafından onaylanır.

Milliyetçi kışkırtmanın kitleyi büyülemesi kolaydır ama aynı kitleye yenilgiyi kabul ettirmek o kadar kolay değildir. Şişirilmiş gururu kırılan, sandığı kadar güçlü olmadığını acı içinde öğrenen bireyin de halkların da öfkesi kışkırtan(lar)a dönüverir. Çok daha yıkıcı olarak hem de.

O vakit unvanlar, makamlar, saraylar, meclisler de büyülerini, güç simgesi hallerini yitiriverirler. Görkem tersine döner ve ayaklar altına alınıp ezilecek hedefe döner. Yenilginin bedeli hayali satana ödetilir. Öfke, ‘ben sana nasıl oldu da inandım’ı içeren suçluluk duygusu ile katmerlenir. Suçluluk hissi de yansıtılır ve hayali satana yöneltilir. Bu kez ancak onu yok edince geçecek bir öfkeye dönüşür.

Demedi demeyin…