Kemal Kılıçdaroğlu’nun bütçe konuşması sonrası ortaya çıkan yeni siyasal tabloyu değerlendirecektim. Ekranıma düşen bir Walter Benjamin çevirisi fikrimi değiştirdi (https://www.e-skop.com/skopbulten/deneyim-ve-yoksulluk/6035). Siyasete yönelik değerlendirmeyi haftaya bırakıp bu bildik Benjamin metnine bir bakalım!

Şöyle başlıyor Benjamin;

Okuma kitaplarımızda bir fabl vardı: Ölüm döşeğindeki yaşlı bir adam oğullarını üzüm bağında bir hazinenin olduğuna inandırır. Yalnızca toprağı kazmaları yetecektir. Kazarlar, ama hazineden eser yoktur. Ancak, sonbahar geldiğinde o üzüm bağı, tüm ülkedeki bağlarla karşılaştırılamayacak kadar bol üzüm verir. O zaman babalarının kendilerine bir deneyim aktardığını fark ederler: Bereket, altında değil, emektedir.

Benjamin, savaş yıllarının geleneğin deneyiminin bu türden bir aktarımını imkânsız kılan bir tahribat ve yoksullaşma yarattığını vurgular. Tam da bu noktada aklımdan hazine mantığıyla İstanbul’un kuzeyini kazmaya kalkan anlayış geçti; kazma meselesinden dolayı değil, tam da o kazıya yönelik uyarıları aktarmanın imkânsız hale gelişi nedeniyle!

İçinde bulunduğumuz çağda neoliberalizmin, paragöz düzenin belki de Benjamin’in şahit olduğundan daha büyük bir tahribatı yarattığını öne süreceğim ama makalenin izleyen bölümündeki Benjamin’in şu tespiti sanki bugünü anlatıyor:

Yoksul olduk. ‘Güncel’in bozuk parasını ödünç alabilmek için insanlık mirasını birbiri ardından çok kez değerinin yüzde biri karşılığında rehin olarak yatırmak zorunda kaldık. Ekonomik kriz kapıda, ardında bir gölge, yaklaşan savaş. Bugün elde tutmak, Tanrı bilir, pek çok insandan daha insan olmayan az sayıda güçlülerin işi; çoğu daha barbar, ama iyi türden değil.

Mevcut koşulların yıkıcılığını daha uç noktalara taşımak isteyen bu kötücül barbarlık karşısında Benjamin, birkaç umutsuz alternatiflere işaret ettikten sonra şaşırtıcı biçimde çıkış için bir başka barbarlık biçimine, iyicil barbarlığa işaret eder! Gelenekten kopuşu ve mevcut koşulları kabullendiği ölçüde barbarlığa göz kırpan bu anlayışı iyicil kılan, kopuşu geniş halk kesimlerini gözeten bir yeni deneyim için fırsat olarak kavramasıdır.

Benjamin, bu tür pozitif barbarlık için verdiği örneklerden biri, mimarlık alanındandır. Loos ve Le Corbusier gibi isimlerin var olan eğilimleri bir başka biçimde yeni bir toplum/sal inşası için nasıl kullandıklarını analiz eder. Örneğin cam öğesi onların eserlerinde sadelik örneği olarak içeri-dışarı ayrımını ortadan kaldırmaya yönelik bir müdahaleye dönüşür. Söz konusu olan mevcut teknoloji ve koşulların bambaşka bir mimari için kullanımıdır.

Bu tür bir yaklaşım, bugün içinde bulunduğumuz olumsuzluklar karşısında bizlere yeni bir çıkış noktası yaratabilir mi? Tam da noktada Benjamin’in makalesinde pozitif barbarlar listesine aldığı Brecht’e atfettiği “komünizmin, zenginliğin değil, yoksulluğun eşit dağılımı olduğu” saptamasına dönelim ve takla attırarak soralım; bu tür bir komünist anlayışı yani yoksulluğun eşit dağılımını öngören bir toplumu, bugün ve burada kurabilir miyiz?

Bütün olumsuzlukların toplumun en zayıf kesimlerinin sırtına yüklenip buradan diğer katmanlara dağılma eğilimi gösterdiği bir ortamda, bu paydanın farklı koşullardaki bileşenleri arasında bir dayanışma ekonomisi, hayırseverlik anlayışının ötesine geçen gerçek bir paylaşım biçiminde inşa edilebilir mi?

Bir yanda Derin Yoksulluk Ağı gibi toplumun içinden çıkan nüveler, diğer yanda sosyal devleti temsil etme istekliliği gösteren iktidar-dışı belediyeler böylesi pratiklerin taşıyıcı gücü olabilir mi; bu yönde zorlanabilirler mi?

Bu noktada kritik mesele, hâkim düzenin yoksulluk yönetimi haline gelmemektir. Bunu sağlamanın yolu ise yaratılan alternatifin, aynı zamanda 3-5’in temsilcisi olan iktidarın bir eleştirisi olmaya ve kendisinin olanı talep etmeye devam etmesinden geçer!

Kolay bir projede değil bu; gerçekçi olup imkansızı istiyor! Neoliberalizmin bağrında ve onun bir eleştirisi olarak!