Sosyolog Deniz Bağrıaçık, çektiği iki ayrı belgeselde Tanzanya’da yaşanan yoksulluğu, portreler üzerinden konu ediniyor: “Yaşananları daha geniş kitlelere göstermek istedim”.

Yoksulluğun portreleri

BURAK ABATAY

Doğu Afrika’nın en güzel ancak yoksullukla en çok mücadele eden ülkelerden bir tanesi Tanzanya. Sosyolog Deniz Bağrıaçık ise şu sıra sosyal medya hesaplarından bu yoksul ülkeye dair bazı haberler paylaşıyor. Haberler, Bağrıaçık’ın Tanzanyalılar ile ilgili çektiği belgesellerle alakalı. ‘When the Water Rises’ (Sular Yükselince) ve ‘Portaits of Zanzibari Women’ (Zanzibarlı Kadınların Portreleri) ismini verdiği iki belgeselde Bağrıaçık, Tanzanyalıların hayata nasıl tutunduklarını, yoksullukla, hastalıklarla nasıl başa çıktıklarını gözler önüne seriyor. İki yapım da uluslararası çok sayıda festivalden davet alırken, Bağrıaçık ile bir araya geldik ve Tanzanya’yı konuştuk.

Nereden çıktı bu belgesel, seni Zanzibar’a götürmek durumunda bırakan şey neydi?

Paris’te doktora tezimi hazırlarken fakirlik ve fakirliği önlemek üzere iş modelleri üzerinde çalışıyordum. Bir üretim içerisindeyken duygu dünyanın farklı olması beklenemiyor ve onun getirdiği bazı sonuçları oluyor. Paris’teyken gerçekten bir refah toplumu içerisinde olup bu tüketim toplumu beni rahatsız ediyordu. Bence beni bilinçaltımda etkilemeye de başlamıştı. Zaten saham Tanzanya’daydı. Ocak 2018’de oraya gittim ve ilk haftamda bir yetimhaneyi ziyaret ettim. Çok sıcak bir pazar günüydü. Orada 120 çocuk birlikte çok kötü koşullarda yaşıyorlardı. Zaten hijyen açısından çok zayıf, tuvaletlerin hepsi tıkanmış, yemek yiyorlar ama yemekler yerlerde. Birileri bağışlar yapıyor. Ama getirilen kıyafetler satılmaya başlanıyor. Çocuklarla doğru düzgün ilgilenen kimse yok. Çok etkilendim.

Böyle mi doğdu fikir?

Evet, ilk başta çok daha duygusaldı. Sistemin nasıl işlediğini bilmiyordum. Sonra dedim ki “Ben bir şeyler yapmak istiyorum”. Bir yandan tezim ile ilgili araştırma yaparken bu konunun üzerine de düşmek istedim. Bu çocukların durumları nelerdir bir anket yapmak istedim ama dilleri de farklıydı. Gittiğim her yere tercümanla gittim ve 120 çocuk üzerinde anket uyguladım. Orada bir sosyal çalışmalar yapan birisi vardı, onunla birlikte çalıştık. Çocukların farklı hikâyelerini duymak istedim. Kurumdan belgelerini çıkardım. Haftanın 3-4 günü ofis gibi gidiyordum. Sabahın 9’undan akşamüstü 4’e kadar. Korkunç derecede sıcak, çocukların çoğu zaten sıtma geçiriyorlar. Ama orada belgeleri istediğimde şunu fark ettim; çocukların hepsinin sigortaları var. Sigortalardan yola çıkarak aileleri buldum. Ve dedim ki, “Ben bu hikâyeleri daha geniş bir kitleye yaymak istiyorum.” Kişi olarak da hem meraklıyım, üretim alanlarını, etki alanlarını genişletmek istiyorum. Aileler Zanzibar’da yaşıyordu. Oraya gittim. Çok boyutlu yoksulluk ile mücadele eden yerlere bakacak olursak; sağlık, eğitim ve yaşam koşulları göz önünde bulundurulduğunda Tanzanya dünyada en fakir olan ve çok boyutlu yoksullukla mücadele eden bir ülke. Zanzibar da bunun ana bölgelerinde bir tanesini oluşturmakta. Neden? Çünkü sömürgecilik. Ben de bu aileler ile çok boyutlu yoksulluğu yaşamlarını nasıl değiştirdiğini ve bunun nasıl bir döngü haline getirildiğini konuşmak üzere onları buldum. 12 tane aile ile konuştum, 41 dakikalık ortaya belgesel çıktı. 13 dakikalık olan da daha kısa bir versiyonunu daha yaptım. Onda da sadece kadınlara odaklandım. Onun da adı, “Zanzibarlı Kadınların Portreleri”.

Belgesellerde birçok farklı portreyi görüyoruz...

Portreler edebiyatta da resimde de beni çok etkiliyor. Çünkü orada derinlikle bir insana vakit ayırıp onu görebiliyorsun. Her insanın bir hikâyesi var. Bence işte fakirlik de böyle bir şey. Hikâyenin sesini duyuramıyorsun. Onların sesini de duyurmak istedim. Bir anlamla bu da kendim için mücadele olarak ele aldığım bir alandı. Tamamı ile aracı olup seslerini ve hikâyelerini anlatabilmek. Biz şanslı insanlarız kendi hikâyelerimizi anlatabiliyoruz. Evet, 21. yüzyıldayız, elimizde çok farklı imkânlar var. Mesela internet var, Twitter’a girip 10 saniye içinde bakabiliyoruz. Ama orada insanlar aklımızın ucundan geçmeyecek koşullar altında yaşıyorlar. Bir baba, limanda bir kaza geçiriyor (zaten günlük 3-4 dolara çalışıyor) ve felç kalıyor. Normalde büyük oğullarının bakması lazım ama o kansere yakalanıyor ve onu kaybediyorlar. Bu bir döngü.

Birçok festivale şu an davet aldın. Bunların senin için kişisel anlamı büyüktür ama mesela Tanzanyalıların bundan haberi oluyor mu?

Henüz olmuyorlar, kendi arkadaş çevreme söylüyorum. Tanzaya’daki arkadaşlarıma söylüyorum. Sanat yönetmenimle konuşuyorum. Çok mutlu oluyorlar. Bir kere zaten onların hikâyelerini taşımak bize mutluluk veriyor. Ben de yapı olarak bir şeyler biriksin ben de o şekilde haber vereyim şeklinde düşünüyorum.

İzleyici belgesele nasıl ulaşabilecek?

Henüz festival turunda ve yarışma süreçlerinde. Bir premier etkinliğinde konu ile ilgilenen, dünyanın gerçek sorunlarını tanımak isteyenlerle buluşacak.

GERÇEK TEZATLIK

Tanzanya turistik de bir ülke aynı zamanda.

Farklı bölgeleri var ülkenin. Ada bir cennet. Olağanüstü güzel. Çok mistik bir yönü de var. Tezatlık da burada başlıyor. Ama aynı zamanda Batı’nın oryantalist bakışı da vardır ya, orada da onu görüyorsun, oryantalizme kayıp, “Aa ne kadar büyüleyici” deniyor. Büyüleyici olan bir şey yok aslında, doğal bir güzellik var ortada ve insanlar kötülükle mücadele ediyorlar. Yani kötü durumdalar. Mesela balayı adası diye geçiyor. Ön tarafta onlar, arka tarafta insanlar ne kadar açlar. Elektrik yok, su kuyuları, suları yok.