Üniversite öğrencileri barınamıyoruz diye isyan ediyor. Artan kiralık konut fiyatları, sadece öğrencileri değil, konut ihtiyacı olan milyonları barınma kriziyle karşı karşıya bıraktı. Kendi evinde oturanların nüfusa oranı hızla düşüyor; 2014 yılında nüfusun %61,1’i kendi evinde otururken 6 yılda bu oran %57,8’e gerilemiş. 20 yıldır toplu konut yapmakla övünen bir iktidarın konutları kim/ler/e yaptığı meçhul. Çünkü konut satışları bu dönem boyunca hep artmış. Daha çok konut satılmasına karşın kiracı sayısı daha fazla artıyor! Bu oran da nüfus artış hızıyla oranlı değil.


Öğrenciler barınamıyoruz diyerek, belki de ilk kez bu kadar geniş çaplı ve açıktan kira fiyatlarını ödeyemeyeceklerini haykırıyorlar. Kiralık ev bulamıyoruz demiyorlar, kirayı ödeyemiyoruz diyorlar. Saklanmıyorlar, susmuyorlar tersine kentlerin parklarında toplanarak geceliyor, kazandıkları üniversitelerin “görkemli” kapılarının önüne attıkları yataklarda yatıyorlar. Yoksulluklarını gizlemiyorlar.

Yoksulluk 1980’li yıllardan bu yana sistematik bir şekilde bireyin kendisinin sorumluluğuna terk edildi. Yoksul olmak ayıplanacak bir hal, suç, hatta hastalık olarak görülür oldu. İnsanların yoksulluklarından utanmaları, suçluluk duymaları için ne gerekiyorsa yapıldı. Biteviye tekil başarı öyküleri pompalanıp, içinde yaşadığın koşulların önemi yok, “istersen sen de yaparsın” sloganı bayraklaştırıldı.

Daha bu yıl inşaatında işçi olarak çalıştığı tıp fakültesini kazanan öğrenci hikayesi, öğrencinin kendisi dahil medyada övünçle öne çıkarıldı. Oysa hikayesi, okul çağında bir çocuğun olasılıkla sigortasız, çocuk işçi olarak çalışmak zorunda kalmasıydı. Her yıl dağda çobanlık yaparak, inek sağarak, okula on kilometre yürüyerek Boğaziçi’ni, ODTÜ’yü kazandı haberlerinin gelenekselleşmesi gibi. Tekil başarı öyküleriyle sistem sorunu gözlerden saklanıyordu. Oysa geçtiğimiz yıl 14 yaşından küçük 22, 15- 17 yaş aralığında 46 çocuk işçi, çalışırken iş kazasına (cinayetine) bağlı olarak öldü! Üstelik bu sayılar kayıt altına alınabilenler.

Esnek çalıştırma, güvencesizleştime, taşeronlaştırma, sürekli iç ya da dış göç yapmak zorunda bırakma yöntemleri ile yalnızlaştırılan, yalıtılan, yersizyurtsuzlaştırılan yığınlar, içinde yaşadıkları yoksulluğu kendi sorumlulukları olarak görmeye, utanmaya ve yoksulluklarını gizlemeye zorlandılar.
Gizlemeye zorlandılar çünkü çevrelerinde her gün daha şaşaalı, daha lüks, daha şatafatlı bir hayatı gözlerine sokarak yaşayan, gerçekte az olmalarına karşın çıkardıkları gürültülü gösterişle çokmuşlar yanılsaması yaratan bir kitle ve o kitleyi gösteren bir medya vardı.

GENÇLER GİZLEMİYOR

Yirminci yüzyılın, zenginliğini gizleyip çok mütevazı yaşıyormuş gibi yapan zengininin yerini, paçalarından görgüsüz lüks akan, hayatını herkesin gözüne sokan zengin tiplemesi aldı. Her yaz tatilini Erdek’te geçirip, yurt dışında tatil yapacak kadar zengin değilim diyen Vehbi Koç’un yerine parasıyla övünen Ağaoğlu, yalısından evdeyiz sakin ol diye dalga geçen Sabancı vs’ler türedi. Lüks segmentte bir araban, son model akıllı telefonun yoksa utanmalısın, diye hissetmeye zorlandı yığınlar. Öyle olduğu için, ekonomik krizden söz etmeye kalkana, çıkar cebindeki telefonu diye dayılananlar, “pahalı” bir telefonun olacağına emindiler. İnsanların büyük çoğunluğu da boğazından kısarak, yoksul olduğunu gizlemeye çalışarak, yaşamak zorunda olduklarını sandılar.
Kendisini yoksul bırakan hayata kızmak yerine, oğluna ceket alamadığı için kendini suçlayıp canına kıyanlar, işi bulamamasına isyan etmek yerine kendini sorumlu tutup, kendini ateşe verenler oldu.

Pırıl pırıl gençler yoksulluklarını gizlemeyerek, tersine hesap sorarak bağırıyorlar, barınamıyoruz diye! Şimdi bankları, parkları, kampüs kapılarını yurt edinerek, kalacak yer bulamamalarını gizlemek bir yana toplumun ve iktidarın gözüne sokuyorlar. Diyanetin başındaki memurun kul olduğunuzu unutmayın diye kaderinize razı olun abuklamasına sırtlarını dönüyorlar.

yoksullugundan-utanma-ofkelen-925908-1.



Yoksulluklarından utanmak, kendilerini suçlamak yerine kendilerini yoksul bırakanlara öfkelenmeye, hesap sormaya hazırlanıyorlar. Yarın ders dinlemek için girdikleri amfilerde konaklamaya da başlayabilirler, kamu binalarında da. Kim ne diyecek onlara, sokağa mı atmaya çalışacaklar? Bir iki, beş on olurlarsa belki ama bin, on bin olurlarsa, yüzbin olurlarsa, kim kimi sokağa atar, kim kimden korkar belli olmaz. Ne öğütlüyordu o duvar yazısı; açsanız, zenginleri yiyin!