Zira kapitalizme ait olmayan ancak kapitalist toplumlara dışarıdan saldıran bir yoksulluk cınnavoru da yoktur. Yoksulluk sermaye ve mülk sahibi küçük ve dar bir kitle zenginleşirken emekleriyle geçinmek zorunda kalan ya da emeklerinden başka satacak şeyi olmayan geniş bir kitlenin başına gelen şeydir. Kapitalizmde zenginleşme ile yoksullaşma aynı hikâyenin birbirini tamamlayan iki boyutudur.

Yoksulluk cınnavoru ve korona bizi malamat etti: Yok yok biz gene de iyiyiz

SERDAL BAHÇE

Sevgili okur, değerli dostum, yoldaşım; başlığın yazımında bir hata yoktur. Bilakis bilerek ve isteyerek İstanbul’un kibar ve elit Türkçesine ihanet ettik. Öncelikle bayramınızı daha mutlu, daha eşitlikçi, daha ortakçı ve doğanın bilerek değil, doğası gereği başımıza sardığı melanetlere (örneğin koronaya, depreme ve diğer doğal felaketlere) daha hazırlıklı bir dünyaya vesile olması dileğiyle kutlarım.

Efendim malum, garip ve yıkıcı bir tarihsel dönemden geçiyoruz. Tarih kitaplarının tozlu sahifelerinden okuduğumuz kitlesel salgınlar süresince insanlığın yaşadığı dehşet ve şiddetin derecesini kestiremezdik ancak onların bir benzerini şu anda yaşamakta ve şimdi atalarımızın ne tür bir dehşet ve korku yaşadıklarını kendi zihin ve bedenlerimizde deneyimleyerek öğrenmekteyiz. Ancak bu türden dönemleri tüm şiddetiyle deneyimlerken tarihsel olarak geniş ve uzun perspektifli bir değerlendirmeye tabi tutmak çok da mümkün değildir. Böyle kolayca kestirip atmamızın nedeni ise çok basittir. Mümkün değildir, çünkü bu değerlendirmeyi yapacak olan bizler şu aralar dingin ve sakin bir zihinle tefekküre dalabilme şansına sahip değiliz. Bunu yapamıyoruz, çünkü aile yakınımız bile olsa biri dibimizde öksürse ya da tıksırsa ödümüz kopuyor, günde 20 kere elimizi yıkıyoruz, diğerleriyle aramızdaki iki metrelik mesafeyi nasıl koruruz diye kafa patlatıyoruz ve açıkçası korkuyoruz, tırsıyoruz. Korku ve kaygı sağduyunun düşmanlarıdır. Biz de bu nedenle sağlıklı bir analiz yapabilme yetimizi bir süreliğine rafa kaldırmış durumdayız. Sırf bu nedenle yoksullukla ilgili anlatım için anekdotlarla başlamanın deruni bir analize bodoslama dalmaktan daha yararlı olacağını düşündüm.

Babam bir ilkokul öğretmeniydi, şimdi emekli. O anlatmıştı. Teneffüslerde öğretmenler okul bahçelerinde sırayla nöbet tutarlar, öğrencilerin birbirleriyle dalaşmasını ve kendilerine zarar vermelerini önlemek için. Babam da bir gün nöbetçiyken iki öğrencinin kavga ettiğini görmüş, biri diğerine vurmaktaymış. Köteği yiyen ağlıyormuş, garip olan köteği atanın da ağlamasıymış. İkisini de yanına çekmiş, köteği yiyene neden ağladığını sormamış bile, çünkü neden ağladığı belliymiş. Diğerine “Peki sen niye ağlıyorsun?” diye sormuş. O da “Örtmenin bana cınnavor dedi” demiş. Dayağı yiyen onu canavar olmakla itham etmiş. Canavarlıkla suçlanmak zavallı çocuğun arına dokunmuştu. Canavar kötü ve vicdansız kimselere ve şeylere denirdi. Örneğin enflasyon canavardı, en azından çocuk böyle biliyordu. Boyalı basın Devlet İstatistik Enstitüsü enflasyon rakamlarını her açıkladığında manşet atardı “Enflasyon Canavarı yine hortladı” diye. Manşetin hemen altına da (başka bir yazıda belirtiğim gibi) yarı dinozor yarı Komodo ejderi bir acayip, kırma bir sürüngen çizerdi. Canavar ateş püskürtürken ülkenin yoksullarını temsilen çizilmiş, her halinden zavallılık akan kitle ise onun karşısında titrerdi. Boyalı basınımız aslında içinde yaşadığımız sosyo-ekonomik sitemin işleyişinin doğal bir sonucu olan fenomeni böyle resmeder, ve emekçi halkımızın onun özünü ve nedenini anlamasını engellerdi.

Antropologlar “animizm” diye adlandırıyorlar, tarım devrimi öncesi insanlığın ekserisinin dini ve ruhani inancını anlatmak için elverişli bir kavram. İnsanoğlu henüz medeniyetten pek uzak iken ve doğanın bilinmezliği içinde kalıcı bir yer almaya çalışırken doğa olaylarının kudreti ve dehşeti karşısında korkar ve onların doğal özünü anlamlandıracak yetilere henüz sahip olmadığından her birinin bağımsız bir ruha sahip olduğuna inanırdı. Daha sonra her bir doğa olayındaki ruhu giderek tanrılaştırdı ve onların öfkesini yatıştırmak için kurban vermeye başladı. Medeniyet kurulduğunda ve tek tanrılı dinler insanlığın muhayyilesini ele geçirdiğinde, form değiştirmiş bir tarzda olsa bile, animizm insanlığın bilinmezlik karşısındaki tepkilerinde etkili olmaya devam etti. Örneğin aslında kapitalist üretimin siyasal iktisadi sorunlarının doğal sonucu olan enflasyonist süreç canavarlaştırıldı. Oysa özü itibariyle kapitalist üretimin yapısal sıkıntılarının ve emekçi ile sermayedar arasındaki ezeli ve ebedi sınıf kavgasının bir dışavurumuydu. Yani kapitalist medeniyetimize dışsal değildi, tam tersine onun has niteliklerinden kaynaklanıyordu. Keza yine boyalı basın ve burjuvazinin iletişim kanalları sayesinde uzunca bir süre trafik kazalarının da canavar olduklarını zannettik. Her bayramda “trafik canavarı can aldı” haberleriyle korkutulduk. Oysa asıl sorun sermaye rejiminin zoru, ve ona biat etmiş siyasetçilerin oluruyla zorla otomobilize edilen toplumun ve onun üzerinde yaşadığı toprakların ulaşım ağının bu türden hızlı ve derin bir dönüşüme hazır olamamasıydı. Dolayısıyla toplumuzun sosyo-ekonomik örgütlenmesinden bağımsız bir trafik canavarı yoktu ancak öyle olduğuna inanmamız işlerine geliyordu.

yoksulluk-cinnavoru-ve-korona-bizi-malamat-etti-yok-yok-biz-gene-de-iyiyiz-735458-1.

Zira kapitalizme ait olmayan ancak kapitalist toplumlara dışarıdan saldıran bir yoksulluk cınnavoru da yoktur. Yoksulluk sermaye ve mülk sahibi küçük ve dar bir kitle zenginleşirken emekleriyle geçinmek zorunda kalan, ya da emeklerinden başka satacak şeyi olmayan geniş bir kitlenin başına gelen şeydir. Kapitalizmde zenginleşme ile yoksullaşma aynı hikâyenin birbirini tamamlayan iki boyutudur. Kapitalizmde bir yanda sermaye ve mülk birikirken diğer yanda sefalet birikir, kaçınılmaz bir sonuçtur bu. Bu nedenle yoksulluk arada bir mağarasından çıkarak toplumuza ve dünyamıza saldıran bir cınnavor değildir. Keza çok uzun bir süredir hocam, dostum ve yoldaşım Ahmet Haşim Köse ile yürüttüğümüz bir çalışmanın sonuçları da göstermektedir ki, Türkiye’de yoksulluğu tescillenmiş her 100 haneden 70’i emekçi haneleridir. Yani son zamane burjuva düşüncesinin (ve onun sözcüsü konumundaki İMF veya Dünya Bankası’nın) iddialarının aksine çalışmakla yoksulluktan kurtulamayan ve hatta çalıştıkça yoksullukları derinleşen hanelerdir. Geriye kalan 30 hanenin ise ekserisi geçimlik tarım yapan küçük köylülerden, kentli küçük üreticilerden veya işsizlerden oluşmaktadır. Yani yoksulluk emekçi sınıfların payına düşen bir melanettir.

Keza bu cınnavor Korona günlerinde kendini tüm haşmetiyle göstermiştir. İşyerleri kapanır, işçiler işsiz kalırken yoksulluk gerçek sahiplerinin ekonomik ve biyolojik olarak yaşadıkları derin krizde kendini bir kere daha ifşa etmektedir. Bir Youtube videosunda izledim, üç tekerlekli triportörünün arkasında sebze meyve satan vatandaş mikrofonu uzatana dert yanmaktaydı. “Bu korona bizi malamat etti” diye feryat ediyordu, kamera sattığı sebze ve meyveleri gösterdi. Çürümeye yüz tutmuşlardı, üstlerindeki fiyat etiketlerine göre fiyatları bir hayli düşürülmüştü. Gelin görün ki yine de satılamamışlardı. Fukara mahallesiydi. Tahminen mahalle efradının bir bölümü “Evde kal” çağrısına uyarak fukara evlerinde kaldıkları için çalışamayanlardan oluşmaktaydı. Efradın geri kalanı ise ya kayıt dışı çalıştıkları işyerleri kapandığı için işsiz kalanlar veya işyeri kapandığı için zorunlu ücretsiz izne çıkarılarak devletimizin gönlünden kopan bin 100 küsur liralık kısa çalışma ödeneğini alanlardı. Yani triportörlü abimiz fiyatları ne kadar düşürürse düşürsün sattığı sebze ve meyveyi alamayacak olanların mahallesine dükkân açmıştı. Korona sebze ve meyveden önce yoksul emekçileri malamat etmişti galiba.

yoksulluk-cinnavoru-ve-korona-bizi-malamat-etti-yok-yok-biz-gene-de-iyiyiz-735459-1.
Türkiye'de yoksulluğu tescillenen her 100 haneden 70'i emekçi haneleri.

Yoksulluk ve korona ikilisi emekçilerimizi sıkı bir cendereye almış gibi görünmektedir. Emekçilerimiz ya reddedecekler bu cendereyi ya da yeniden uyuşturucu tevekküle dönecekler. Metroda önümde oturuyorlardı. İki amcanın konuşmaları sırasında bahsi geçen dertlerden ikisinin de emekli olduklarını anladım. Emekli maaşıyla ne zorluklarla geçindiklerini anlatıp durdular birbirlerine. Sonra biri oğlunun mecburen okulu bıraktığını ve OSTİM’de çalışmaya başladığını anlattı. Diğeri ise zorla okutup öğretmen yaptığı kızının iki yıldır atanmadığını, eve yardım etmek için özel bir okulda çalışmaya başladığını söyledi. Özel okul kızını asgari ücrete çalıştırmakta ve ona bir sürü ders verdirmekteymiş. İçini çekti. Sonra kızının ona bir kitap verdiğini ve şu sıralar o kitabı okuduğunu anlattı. Kitap firavunlar dönemi Mısır’ını anlatmaktaymış (daha sonraki bahisten bu kitabın memleketimde tarihi romanlardan öğrenme aptallığını başlatan Christian Jacq’ın Ramses’i olduğunu çıkardım). O dönemde kölelere çok kötü davranılıyormuş ve köleler bir sürü çok zor işi kırbaç zoruyla yapıyorlarmış. Emekli ve atanamamış öğretmen babası olan amcam hikâye bitince derin ve rahat nefes aldı ve “Yok yok biz gene iyiyiz” dedi. Milattan önce 13. yüzyıl Mısır’ının köleci toplumunu Türkiye’nin modern kapitalizmiyle karşılaştırmış, bizi ise Nübyeli ya da Etiyopyalı kölelerle kıyaslamış ve bizim daha iyi bir durumda olduğumuz sonucuna ulaşmıştı. Gerçekten öyle olabilir miyiz amca?