Ülkemizde artan eşitsizlik ve yoksulluk, sanayileşmenin ilk yıllarında nüfusun kırsaldan kente göçü ile yaşanan yapısal dönüşüm sürecinin kaçınılmaz bir sonucuydu. Uyum ve yetkinlikle yoksulluğun zamanla azalacağı düşünülmüştü.

Yoksulluk meselesi

ÖNER GÜNÇAVDI

Ekonomide büyüme sorunu olduğundan bahsetmek ve bu bağlamda yürütülen iktisat politikasını eleştirmek “muhalif” olmak mıdır?

Ya da siyasilerin düşük faiz ısrarını ve bunu TCMB’ye dayatmaya yönelik söylemlerini eleştirmeyi “muhaliflik” olmakla nitelendirilebilir miyiz?

Aynı şekilde ülkemizde giderek artan yoksulluk konusuna kamuoyunun dikkatini çekmek ve siyasilerin bu konuları yok saymalarını eleştirmek bir muhaliflik söylemine indirgenebilir mi?

Elbette hayır…

İktisatçı bilim insanları için, kamuoyunun dikkatini ekonomideki bu sorunlara çekmekten ve çözüm için birtakım politika önerilerinde bulunmaktan daha tabii bir şey olamaz. Bu tutum muhalif olmakla nitelendirilemez; hatta suçlanamaz da.

İktisat biliminin ortaya koyduğu nedensellik ilişkileri içinde yapılan eleştirileri siyasi manada muhaliflikle nitelemek doğru değildir.

İktisadi olayları değerlendirmede bugün hareket noktamız, bir siyasi anlayışa aidiyetimiz değil, iktisat “biliminin” sınırları içinde kalan bilgi birikimimizdir. Nedensellik ilişkilerini konu alan yaygın iktisadi anlayışın normatif iktisadın sınırlarını zorlamaya başladığı günümüzde, gelir dağılımı ve yoksulluk gibi sorunların ahlâk zemini dışında değerlendirilmesi muhalifliğin bir göstergesi olarak düşünülmemelidir. Bazen bireylerin refahı konusundaki eleştiriler pozitif iktisadın sınırlarını aşıp, normatif iktisadın ve/veya siyasetin kapsamına girebilir. Ancak bu gelişmeler de muhaliflikle nitelenmenin bir gerekçesi olmamalıdır. Zira iktisat bilimindeki ilerlemeler her geçen gün normatif ve pozitif iktisadın kapsam alanlarının birbirine yakınlaşmasına neden olmaktadır.

Günümüzün önde gelen kalkınma iktisatçılarından Amartya Sen, eşitsizlik ve yoksullukla insanların temel hak ve özgürlüklerinde görülen eksiklikler arasında ilişki kurmakta, bu sorunlarla mücadelede sadece iktisadın sınırları içinde belirlenen birtakım politikaların yetersiz kalacağını belirtmektedir. Sen’in temsil ettiği düşünce, bu mücadelenin kapsamını iktisadın sınırları dışına çıkartacak şekilde geniş tutmakta, bireylerin temel hak ve özgürlüklerini geliştirmeyi de sorunun bir parçası yapmaktadır. Dolayısıyla eşitsizlik ve yoksulluk sorunlarının salt iktisadın bir konusu olarak düşünülmesi; aksine çözüm arayışında siyasi ve sosyolojik bağlamların da göz önünde tutulması gerekmektedir.

≈≈

Son yıllarda ülkemizde yaşanan ekonomik sorunların en başında gelir dağılımı ve yoksulluk yer almaktadır. Aslında bu sorunlar sadece bugünün değil, geçmişin de gündemindeydi. Eşitsizlikler ve yoksulluk, ekonominin sürekli dönüşüm geçirdiği bir süreçte, genellikle nüfusun bu dönüşüme uyum göstermekte zorlanmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak geçmişte yüksek büyüme imkânlarının varlığı uzun süre bu sorunların üstünü örtmüş, nedenlerinin sorgulanmasını ertelemiştir.

Artık ülkemizdeki eşitsizliklerin ve yoksulluğun ulaştığı düzey, meselenin “ahlaki” bir sorun haline geldiğine işaret etmekte; eşitsizliklerin kaynağını teşkil eden iktisadi mekanizmaların ve onların işleyişinin sorgulanmasına yol açmaktadır. Büyümekte zorlandığımız bir durumda ise bu, kaçınılmaz bir düzen sorgulaması anlamına gelmektedir.

İTÜ’den Ayşe Aylin Bayar ve Bilgi Üniversitesi’nden Haluk Levent ile yaptığımız muhtelif ampirik çalışmalarda, iktisadi dağıtım mekanizmalarının eşitsizlik ve yoksulluğun önemli belirleyicilerinden olduğu ortaya konulmuştur. Bu çalışmalar, özellikle ekonominin büyümede zorlandığı dönemlerde, yoksulluk ve eşitsizliklerle mücadelenin, ancak dağıtım mekanizmalarının işleyişini iyileştirecek müdahalelerle mümkün olacağını göstermektedir. Bu konularda belirleyici olan elbette siyasilerin konuyu ele alış şekilleridir. Bu da büyük ölçüde iktisatçıların meseleye nasıl baktıklarıyla alakalıdır.

≈≈

Ülkemizde artan eşitsizlik ve yoksulluk, sanayileşmenin ilk yıllarında nüfusun kırsaldan kente göçü ile yaşanan yapısal dönüşüm sürecinin kaçınılmaz bir sonucuydu. Mobilize olmuş nüfusun zamanla kentlere uyum sağlaması ve işgücünün yetkinliklerinin artması ile yoksulluğun azalacağı, eşitsizliklerin düzeleceği düşünülmüştü. Teorik manada beklenen de buydu. Bu beklentiyi veri aldığımızda, kamunun bu sürece müdahalesine ve özel bir politika geliştirmesine gerek yoktur. İktisadın kendi sınırları içinde bu süreç sonuçlanıp, iktisadi mekanizmaların otonom işleyişi ile yoksulluğun giderilmesi mümkün olacaktır.

Ülkemizde bir dönem hâkim olmuş bu anlayışa göre, yıllardır gelir eşitsizlikleri ve yoksulluk sorunları iktisadın dışında konular olarak (dışsal) ele alınmış, iktisadi sistemin işleyişi ile ilgili bağı koparılmıştır. Bu şekilde yoksulluk ve eşitsizlikleri ortadan kaldırmaya yönelik mücadele salt siyasetin konusu haline getirilmiştir. Gelir eşitsizliği ve yoksulluğa karşı yürütülecek mücadele, böylece siyasi tartışmaların içine hapsedilmiş, bazen de birtakım hamasi söylemlerle süslenerek, kamuoyunun kendi sorunlarına yabancılaşması sağlanmıştır. Çok daha önemlisi, bu aksaklıkları doğuran iktisadi sistem, yani düzen, tartışmaların konusu olmaktan çıkarılmıştır.

İzlerine bugün bile rastlansa da bu anlayış artık tarihe mal oldu. Gerçekten gelir eşitsizlikleri ve yoksulluk gibi sorunlar, geçmişte piyasa işleyişinin istenmeyen, ama engellenemeyen, sonuçları gibi görülüyordu. Oysa mevcut iktisadi düzenin kendine özgü işleyiş şeklinin günümüzde doğurduğu yeni koşullar bu sorunların “içselleştirilmesini” ve piyasa ile ilişkisinin açık bir şekilde kurulmasını gerekli kılmaktadır. Özellikle büyüme sıkıntısı çeken bir ekonomide, eşitsizliklere kaynaklık eden “düzenin” sorgulanması ve bu eşitsizlikleri doğuran mekanizmaların iyileştirilmesi için çaba harcanması, bir zaruret haline gelmiştir.

≈≈

Günümüz iktisat anlayışına göre, eşitsizliğin tek kaynağını iktisadi mekanizma ve faktörlere bağlamak yeterli bir açıklama olarak kabul edilemez. En basit anlamıyla ifade edilirse, eşitsizlik, sadece GSYİH’nın ülkedeki insanlar arasında dağılımında görülen de facto bir aksaklık değildir. Kaldı ki, artık günümüzde eşitsizlikler tanımlanırken gelir dışında başka unsurlara da yer verilir. Eşitsizliklerin tanımlanmasında genel anlamda iktisadi kaynaklara erişimde ortaya çıkan aksaklıklar ve adil olmayan kurumsal koşullar da dikkate alınmaktadır. Buna göre konuyu salt gelire bağlı olarak, dar kapsamıyla ele almak, tek kelimeyle “çağdışı” bir yaklaşım olacaktır. Gelirin yanında, daha iyi bir “çevrenin”, daha “özgürlükçü” bir siyasi yapının, velhasıl iktisadi kaynaklara erişimde adaletin bu bağlamda dikkate alınması gerekmektedir.

≈≈

Bugün ülkemizde ve dünyada artan eşitsizliklerin ve yoksulluğun başlangıcı 1990’larda küresel düzeyde yaşanan dönüşüme bağlanmaktadır. 1980’lerin başında gerçekleşen mal hareketlerinin serbestleşmesiyle birlikte, 1990’lı yılların başında sermaye hareketlerine getirilen serbesti ve yaşanan küreselleşme dalgası, bu eşitsizliklerin ve yoksulluktaki artışın arkasındaki önemli kurumsal faktörlerdir. Bunlara ek olarak hızlı teknolojik gelişmelere arzın hızlı uyumu, ama buna karşılık talebin (daha doğrusu talebi belirleyen gelirlerin), özellikle de işgücü piyasaların uyum göstermekte zorlanması da, var olan eşitsizliklerin artmasına yol açmıştır.

Aynı yıllarda yeni küresel düzenin yol açtığı eşitsizlikler ciddi eleştirilerin konusu olurken, Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası kurumların da ilgisini çekmeye başlamıştır. Ana akım mensubu olarak bilinen birçok iktisatçı, piyasa mekanizmasının işleyiş şeklinden kaynaklanan bu aksaklıkların nedenlerini açıklamaya çalışmış ve sorunların içselliğine, yani iktisadi ve siyasi sistemin işleyişi ile ilişkilerine dikkat çekmiştir. Hatta Joseph E. Stiglitz, Thomas Piketty ve Branko Milanović gibilerince yapılan açıklamalar, ulusal ve uluslararası düzeyde ciddi bir sistem eleştirisi olarak kabul edilmiştir.

Ülkemizde bu konu siyasi manada ilgi görmüş ve daha çok da “sol” siyasetin ana mücadele konuları içinde yer almıştır. Konuya iktisatçılar tarafından gösterilen ilgi ise uzun süre yeterli olmaktan uzaktı. Bu ilgisizlik, son zamanlarda çeşitli örneklerini gördüğümüz gibi, konunun duayen iktisatçılar tarafından ele alınışında bile eksikliklere, yanlışlıklara ve bazen istenmeden yapılan hatalara neden olmuştur. Ayrıca, eşitsizlik ve yoksulluk meselelerinin daha çok dar ve kısır siyasi tartışmaların konusu haline getirilmesi de, iktisatçıların bu konulardan uzak durmasına yol açmıştır.

İktisatçılar bakımından ilgi azlığının bir başka nedeni ise, uzun zamandır böyle çalışmalar için ihtiyaç duyulan kapsamlı mikro veri kaynaklarının olmamasıdır. Bu yüzden daha önceki çalışmalar, daha çok makro düzeyde veriler kullanılarak, eşitsizliklerin ve yoksulluğun çok daha genel ve makroiktisadi nedenleri üzerine durulmuştur. Mikroekonomik düzeyde hanehalklarına yönelik çözümlemelerin yapılabilmesi için TÜİK’in bu konudaki veri eksikliklerini gidermesi beklenmiştir.

Günümüzde ise, gelir dağılımı ve yoksulluk çalışmaları makroekonomik verilerden ziyade, hanehalklarının harcama ve gelir bilgilerini içeren bütçe araştırmaları ve gelir yaşam koşullarının tespitine yönelik mikro araştırmalara dayanmaktadır. Artık bu noktadan sonra, zaman zaman ülkemizde yapıldığı gibi, gelir dağılımının ve yoksulluğun GSYİH üzerinden çalışılması doğru bir yaklaşım olarak görülmemektedir.

Ayrıca uluslararası karşılaştırma yapmak için satınalma gücü parite koşuluna göre yapılan hesaplamaların da bir ülke içindeki bireysel gelir eşitsizliklerinin tespitinde kullanılması mümkün değildir. Hanehalklarının gelirleri ve yaptıkları harcamalar her ülkenin kendi parası cinsinden belirlenir ve eşitsizlik ve yoksulluğun tespitine yarayan çeşitli ölçütlerin hesaplanması için bu veriler kullanılır. Hesaplanan Gini katsayısı gibi, gelir eşitsizliği ölçütleri gelir ve harcamaların hesaplandığı parasal birimlerden bağımsızdır ve doğrudan uluslararası karşılaştırmalarda kullanıma elverişlidir.

≈≈

Ülkemizde gelir dağılımı ve yoksulluk konularında araştırma yapan kurumların başında Devlet Planlama Teşkilatı gelmekteydi. Ancak kamu bürokrasisinin teşkilatlanmasında yapılan değişiklikler nedeniyle, DPT’nin uzmanlarının çeşitli kurumlar arasında dağıtılması kamunun bu konulara ilgisinin azalmasına neden oldu.

Ülkemizde üniversitelerin dışında birtakım sivil toplum örgütleri de yaptıkları sistematik araştırmalarla konuya kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışmaktadırlar. Bunlardan en bilineni TÜSİAD’ın belli aralıklarla yaptırdığı gelir dağılımı ve yoksulluk çalışmalarıdır. Bu çalışmalarla TÜSİAD ülkemizde giderek ağırlaşan gelir dağılımı sorunlarını kamuoyunun gündemine getirmeyi amaçlamaktadır.

Yoksulluk konusuna mesafeli bir duruş sergilemesi beklenen işveren örgütünün bile son yıllarda yoksulluktaki artışlardan şikâyet eder duruma gelmesi, basit popülist bir söylem oluşturma gayreti olarak düşünülmemelidir. Hele muhalif olmaya başladıkları yönünde bir algının delili olarak hiç görülememelidir. Değişen iktisadi şartlar TÜSİAD gibi kurumların ülke ekonomisindeki konumlarını ciddi ölçüde sarsmaya başlamıştır. Çünkü çok uzun yıllar iç talebin cazibesiyle sermaye birikimi gerçekleştiren iş dünyası, üretim kapasitesini ülkenin değişen tüketim kalıplarına uyumlu bir şekilde gerçekleştirememiştir. Bunun bir sonucu olarak orta ve yüksek gelir gruplarının mal talepleri giderek yabancı mallara yönelip, yerli üretimden uzaklaşmıştır. Yüksek gelir grupları lehine bozulan gelir dağılımı, zamanla yerli üretimi tehdit eder bir boyuta gelmiş ve kendilerine yönelen iç talebin giderek zayıflamasına yol açmıştır. Dolayısıyla bu yönüyle gelir dağılımındaki bozulma ve artan yoksulluk sadece çalışan sınıflar için değil, aynı zamanda Türk iş dünyası için de bir varlık meselesidir.

Ülkemizde kamuoyu tarafından bilinen diğer bir çalışma ise, Türk-İş’in her ay yayımlamakta olduğu çalışanların açlık ve yoksulluk sınırlarını belirlemeye yönelik araştırmalarıdır. Türk-İş’in çalışmasının amacı, önceden tespit edilmiş, belli bir tüketim sepetini satınalma gücüne bağlı olarak çalışanların refah düzeylerindeki değişimlerin tespit edilmesidir. Ama kesin olan bir şey var ki, bazı duayen iktisatçılarımızın ifade ettiği gibi, bu ve benzeri araştırmaların amacı “hem şişman, hem de aç” olmanın yollarını bulmak değildir.

≈≈

Ülkemizde gelir dağılımındaki bozulma ve yoksulluktaki artış artık bilinmedik bir gerçek değil. Dahası bu bozulma salgın öncesinde başladı ve salgınla birlikte etkileri arttı. Maalesef iktidardaki siyasi kadrolar henüz bu sorunu açık bir şekilde idrak edebilmiş değiller.

Bir iktisatçı olarak böyle bir durumda “muhaliflikle” suçlanmamak uğruna, bu sorunu görmezden mi gelmeli, yoksa bazı değerli iktisatçı büyüklerimizin yaptığı gibi görüp, küçümser bir şekilde mi davranmalı?

Ülkemizdeki eşitsizlik ve yoksulluk meselesinin siyasi kamplaşmanın bir kriteri olarak kullanılamayacağı açıktır. Konu son derecede gerçek ve ahlaki bir nitelik taşımaktadır. Gerek sorununun ülkemizde ulaştığı boyut, gerekse iktisat biliminin sorunun kaynaklarını tespit etme yaklaşımı, problemin kurulu “düzenin” kaçınılmaz bir sonucu olduğuna işaret etmektedir. Salt iktisadi reflekslerle bir çözümün mümkün olmadığı, öncelikle mevcut sistemin sorgulanması gerektiği ve bireysel hak ve özgürlüklerdeki gelişmeler de dâhil olmak üzere kurumsal işleyişin iyileştirilmesi zorunluğu dikkate alınmalıdır.