Şahin, yalnızlaşma ve yalıtılmayı, işyerinde ve oturduğu mahallede yaşıyor. İşyerinde arkadaşlarıyla aralarında yardımlaşma veya dayanışma olup olmadığı sorusuna “Herkes kendi başına” diyor. Şahin’in market arabalarını dolduranları görünce ne hissettiği sorusuna verdiği “Hiçbi şey hissedemiyom abi. Kafayı yine öne eğmek zorunda kalıyom” cevabı içerlemeyi ortaya koyuyor.

Yoksunluk, yalnızlık ve işçilik: Market işçisi Şahin
Fotoğraf: BirGün

Prof. Dr. Necmi ERDOĞAN
Yazı Dizisi: Günümüzde Yoksulluk Halleri, Mülakatlar ve Notlar

Şahin 44 yaşında; evli ve hepsi de okul çağında olan üç çocuğu var. Ege Mahallesi’nde (Mamak), dere yatağında olduğu için yıkılmadan kalan bir gecekonduda kirada oturuyor ve 450 lira kira veriyor. 12 yıldır yerel bir zincir marketin Çankaya’daki bir şubesinin manav reyonunda işçi olarak çalışıyor. Eşi çalışmadığı ve asgari ücretle geçinmeleri mümkün olmadığı için, mesai dışı saatlerde elektrikçilik yapan bir arkadaşına yardım ederek ek gelir elde ediyor. Bu yüzden de, günde 1-2 saat ancak uyuyabildiği çok gün olduğunu söylüyor. (“Doğru düzgün uyku yok abi. Uyku uyursam ben çocuklara yetişemem.”) Yanı başındaki gecekonduda oturan dul ablasıyla birbirlerine destek oluyorlar ama Çorum’daki köylerinde yaşayan annesi ve diğer kardeşleri de dâhil ailenin tamamı yoksul.

Büyükşehir Belediyesinden kömür, gıda ve et yardımı alıyorlar. Ne yiyip ne içtikleri sorusuna “Allah ne verdiyse onu pişiriyoruz abi. Yeri geliyo bulgur yapıyosun, yeri geliyo pirinç yapıyosun” cevabını veriyor. 17 yaşındaki kızı Ayşe, bu yıl üniversite sınavına girecek olmasına rağmen, maddi durumları elvermediğinden dershaneye gidemeyecek. Pandemi boyunca da internet olmadığı için derslerine girememiş; sürekli ağlamış ve “ruh gibi evin içinde dolaşmış.” (Şimdiye kadar hiç arkadaşlarıyla bir kafeye gidip oturamamış.)

Şahin, iki seçimdir oy kullanmadığını söylüyor. Şimdi ne yapacağı sorusuna ise, “Dur bakalım, daha biri çıkmadı karşımıza” diyor. Ancak o da AKP’ye tepkili: “İyice sapıttılar abi… Adamakıllı yeni bi hükümet gelmesi lazım. Başka bi şey istemiyorum. Çünkü bizim de yaşamaya bi hakkımız var ama şu anda hiç öyle bi yaşama hakkımız yok. Adam gibi birisi çıksa artık oyumu ona verecem.” CHP için ise, “Ben gerçekten Kılıçdaroğlu’nda bi şey göremedim abi. Adam gibi çıksa da ben şunu yapacam dese, sonuna kadar giderim peşinden” diyor.

YOKSUN BIRAKILMIŞLIK, ZENGİN BAKIŞI VE İÇERLEME

Şahin’in anlatısı, “toplumsal dünyaya ilişkin söylem üretme kapasitesinden” yoksunluğu da ortaya koyuyor.[1] Yoksulluğu neye yorduğunu sorduğumda tek söylediği, iki kelimelik bir totolojik betimleme, “Maddi durumlar” oluyor. Maddi durumların niye öyle olduğu sorusuna da yine iki kelimeyle “fiyatların yükselmesi” cevabını veriyor. “Her şeyimiz bitti bizim” diye düşünse de, asgari ücretin yükselmesini istemiyor zira onun dar gündelik tecrübesi ona gösteriyor ki “Yükseldiği zaman her şey fiyatlanıyo… Daha kötü oluyosun.” (Kızı Ayşe de, yoksulluğun sebebi hakkındaki soruya “Bilmiyorum ki… Hani, neden yoksul olduğumu da hiç düşünmedim. Bilmiyorum yoksulluğun sebebinin ne olduğunu” cevabı veriyor.)

Düşünsel olarak yoksun bırakılmışlık, zenginlik hakkında konuşurken de kendini gösteriyor. “Zengin daha çok zengin oldu” dese de, zenginlerin zenginliğini nasıl açıkladığı sorusuna “Hiç bilmiyorum abi. O tarafına hiç kafamı yormadım… Çalıyo mu desem? Aileden mi kaldı desem? Bilemiyorum. Aklıma hiçbi şey gelmiyo onunla ilgili” cevabı veriyor. (Kızı Ayşe, zenginlik için de babasına benzer cümleler kuruyor: “İnsanlar nasıl zengin oluyo, bunu da bilmiyorum. Altında bi sebep yatıyodur illa ki… Benim bi fikrim yok.”) Bu noktada, Şahin’in uyumaya bile zaman bulamadığını tekrar vurgulayalım. Bütün çabası çocuklarına görece de olsa güvenli bir gelecek hazırlamak olduğu halde, onların durumlarını bile bilebilecek ve üstüne uzun uzadıya kafa yorabilecek bir halde olamıyor. Öyle ki, oğlunun kaçıncı sınıfta okuduğunu sorduğumda, yanımızda bulunan oğluna “Kaça gidiyon oğlum sen?” diye soruyor. “Kaça gittiğini bilmiyon mu?” diye sorduğumda ise, “Kafa gidiyo işte” diye cevap veriyor. Alt sınıflarda hiç de az rastlanmayan bu durum, orta sınıfların izledikleri ayrım stratejilerinin bir parçası olarak çocuklarının eğitsel sermaye kazanmasını sağlamak için “yatırdıkları” maddi kaynaklardan yoksun oldukları gibi, böylesi stratejiler tasarlama ve uygulamanın düşünsel kaynaklarından da yoksun kaldıklarını gösteriyor.

Yoksulluk Halleri’nde tartıştığım üzere, sınıf ilişkileri aynı zamanda bak-ış-ma üzerine kurulu; alt sınıf insanının “görülmediği,” görünmezleştirildiği veya aşağı görüldüğü gözmerkezli haller de alıyor. Şahin’in anlatısında da bunun örnekleri var. Zenginlerin yoksullara “iyi bakmadıklarını,” mesela “Çankaya’da zenginlerin insanı hayvandan daha düşük seviyede gördüklerini” söylüyor: “Sokakta köpeğin önüne her şeyi veriyo, şurdan birisi açım desin onun eline vermez. Onu görmez abi… Yani insanın değeri kalmadı.” Şahin’e gecekonduların etrafını kuşatmış olan apartmanlarda oturanların gecekonduya nasıl baktıklarını soruyorum. “Görüntü bozukluğu” cevabını yapıştırıyor ve ekliyor: “%100 abi. Gerçekten görüntü bozukluğu, burasını öyle görüyolar. Halbuki şurası ordan daha iyi. Burası görüntü bozukluğu gözüküyo ama burda da bi yaşayan olduğunu bilmiyo kimse.”

Yine Yoksulluk Halleri’nde örnekleri olduğu üzere, mahallenin bakkalını bile zengin sayacak kadar kendi dar gündelik (ampirik) tecrübesi ile sınırlı bir zenginlik algısı Şahin için de geçerli görünüyor. Çalıştığı markette arabaları dolduranları görünce ne düşündüğünü sorunca şöyle diyor: “Abi ben Türkiye’de açlık olduğunu pek sanmıyorum. Aş bulamıyorum diyen bi Türkiye markette bi araba dolusu dolduramaz. Alamayan hiç alamıyo, alan zenginler de baya alıyo… Kızılay tarafına gittim, Batıkent tarafına gittim… Açlık sınırı deniyo da, abi ben açlık sınırı görmedim… Genelde bu Mamak kısmında var… Adam markete geliyo 3-4 araba birden dolduruyo... Niye bizde yok, onlarda var? Zenginler bi kat daha zengin oldu” diyor. Eşitsizliğe itirazını bir kenara koyarsak, Batıkent’te oturanları bile zengin olarak görüyor. Kendi mahallesinden söz ederken, Mamak’ta da zenginler olduğunu düşündüğü anlaşılıyor: “Burda da var, zengin de var, fakir de var abi. Niye ben şurda oturamıyom abi? 6 milyar 7 milyar kirası var ben niye oturamıyom?” (Ayşe’nin zenginlik imgesi de babasınınkine benziyor. O da zenginlerden söz ederken, “babası çok iyi yerde çalışan var, belediyede çalışan var. Annesi babası çalışan var” diyerek kendilerinden görece iyi durumda olan çalışanları zengin sayıyor.)

Şahin’in market arabalarını dolduranları görünce ne hissettiği sorusuna verdiği “Valla ne hissedeyim? Hiçbi şey hissedemiyom abi. Kafayı yine öne eğmek zorunda kalıyom” cevabı içerlemeyi ortaya koyuyor. Tepkisini dışarı yöneltmek yerine içine atıyor ve boynunu büküyor. Nitekim işçilere kötü davranan müşteriler karşısındaki tavrı da böyle: “Müşteri kötü davrandığı zaman bi şey yapamıyosun ki abi müşteriye. Yaptığın zaman kapının önündesin. Hemen şikayet ediyo seni. Onun için de n’apacan? Müşteriyle tartışmaya girmeyeceksin. Müdürünü çağırıyon, devreye onu sokuyon... Ağzını açtığın zaman sorumlu sensin, suçlusun. Müşteri ağzına da … susacaksın. Ben hep iyi davrandım. Bağırsa da, çağırsa da dönüp gidiyom.”

EMEĞİN MARKETTEKİ HALLERİ

Şahin, işinden memnun olduğunu söylüyor. İşyerinde yöneticilerin işçilere nasıl davrandıkları hakkında ise şöyle konuşuyor: “Benim yöneticim çok iyi abi. Normalde mola vermez bazı yerler, benim müdürüm gayet iyi. Sabahları kahvaltı molası var bizde, çay molası, sigara molası… Bazı yerlerde yasak, bölge bölge değişiyo. Benim bölgemde sıkıntı yok.” Anlıyorum ki, sermayenin işçinin tuvalet ihtiyacını bile denetim altında tuttuğu koşullarda, mola hakkının tanınması bir lütuf veya iyilik olarak görünebiliyor. Sektördeki kimi büyük zincir marketlerde işverenle anlaşmalı olarak “örgütlenen” sendikalar varken, Şahin’in çalıştığı da dahil birçoklarında ise sendika yok. Şahin, sendikanın örgütlenmesinin iyi olacağını düşünse de, bunu bir talep olarak dillendirmiyor. Zira şirket, birkaç kişinin sendikalı olduğunu öğrenir öğrenmez, derhal çıkışlarını vermiş. Şahin’in ailevi sorumlulukları böyle “riskleri göze almayı” olduğu gibi, “anı yaşadığını” söyleyen “AKP hayranı Ali”den farklı olarak “bana göre değil” deyip işi bırakmasını da engelliyor.

Şahin’le görüştüğümüz sıralarda danışmanlığını yaptığım bir tez çalışmasının konusu olduğu için, çalıştığı markette üniversite mezunu çalışan olup olmadığını özellikle soruyorum.[2] “Abi üniversite mezunlarını alıyolar, liseyi bile kabul etmiyolar. Şimdi öyle. Çoğu yer üniversite mezunu istiyo. Kasabımız var üniversite mezunu. Ekmek bölümünde var, zeytin-peynir reyonunda var. Bi tane kasiyerimiz tıp okuyo” diye cevap veriyor. “Ben çıksam beni hiçbi yer almaz… Onları daha üstün görüyo patronlar” diyerek, bu durumun kendisi için endişe kaynağı olduğunu anlatıyor. Şahin için “işgücü piyasasının” yarattığı endişenin tek kaynağının bu olmadığını mültecilerle ilgili soruma verdiği cevaptan anlıyorum. “Gerçekten bu ırkçılık neyin değil” diyerek, başka birçokları gibi o da mülteci emek gücü istihdamının kendileri açısından sonuçlarını vurguluyor: “Lokantasında Suriyeli, bulaşıkçısında Suriyeli.. Çünkü işine geliyo adamın, sigorta yok, istediği kadar parayı veriyo. Bizi aldığı zaman sigorta yapmak zorunda, doğru mu? Asgari ücretin altında veremeyecek. Seni şey edene kadar diyo adam, 1’er milyardan 4 tane Suriyeli çalıştırıyorum ben diyo. Sigortası da yok diyo. E ben de 1’e çalışamam. Evi nasıl geçindiriyim? O yüzden işten de çıkamıyom, çıksam da almazlar bu saatten sonra beni.” Anlaşılıyor ki, mülteci emek gücünün sömürüsü, aynı zamanda yerli emekçileri maddi varoluş koşullarına boğun eğdirmenin de aracı olarak işliyor. Kısacası Şahin, bir yanda üniversite mezunu işçiler, öbür yanda çok daha düşük ücretlerle çalıştırılan mülteci işçiler arasında sıkışmış durumda.

İnce’nin çalışması gösteriyor ki, üniversite mezunu market işçileri, mevcut konumlarını geçici bir hal olarak görüyor -veya görmek istiyor- ve kendilerine biçtikleri konumlara -henüz değilse de- ulaşabileceklerini düşünmeye meylediyorlar. İşlilik ile işsizliğin türlü biçimlerde iç içe geçtiği koşullarda, sahip olduklarını düşündükleri eğitsel sermayeye denk bir iş bulana kadar markette çalışarak, işli bir işsizlik hali yaşıyorlar. Ama bir yandan da, marketin gittikleri yolda -ki “kariyer” tekerlekli aracın gittiği yol demek- uğradıkları bir ara durak değil de, son istasyon olması ihtimalinin endişesini taşıyorlar. Vasıfsız olan Şahin ise, emek rejiminin kendisine verdiği geçici statüyü kendisi de marketteki işçi statüsüne veren diplomalı işçiden farklı olarak, ait olduğu dünyanın ve konumunun değişmeyeceğinin farkında.

Şahin’e çocuklarının geleceğini sorduğumda, tek hayalinin “çocuklarının iyi bi yere gelmesi” olduğunu, lise son sınıf öğrencisi olan kızını “üç çalışıyorsa beşe çıkartarak bi şekilde okutacağını” söylemişti. Markette çalışan üniversite mezunlarını konuşurken, “öyleyse senin çocuklar okusa ne olacak?” diye soruyorum. Bu defa “Olacağı marketçi abi” cevabını veriyor. Yani Şahin, kendini çocuklarının geleceğine adamış olmakla birlikte, bunun da nafile olduğunun, yani eğitimin sınıf atlama tahtası olmaktan çoktan çıktığının da farkında. İşçi sınıfı gerçekçiliği ile düşünerek de, sınıf içinde görece avantajlı bir konum elde edebileceği hesabıyla ortanca oğlunu meslek lisesine gönderiyor.

YAN YANA YALNIZLIKLAR

Şahin, daha önce sözünü ettiğim yalnızlaşma ve yalıtılmayı, hem işyerinde ve hem de oturduğu mahallede yaşıyor. İşyerinde arkadaşlarıyla ilişkisinin “gayet iyi” olduğunu söylüyor ama aralarında yardımlaşma veya dayanışma olup olmadığı sorusuna “Yardımlaşma olmaz işyerlerinde hiç… Herkes kendi başına” cevabı veriyor. İşyerinde bir sıkıntısı olduğunda veya başı sıkıştığında, “müdürle çözdüğünü”, paraya ihtiyacı olursa müdürün şirketten avans istediğini söylüyor. Anlaşılan, 12 yıldır çalışmasına rağmen, işyerindeki arkadaşlarıyla yakın ve kalıcı bağlara sahip değil. Tabii bunda sektördeki istihdamın kısa vadeli ve “akışkan” olmasının da etkisi var. Bu durumun yeni olmadığını Koptekin’in 2010’da tamamladığı -danışmanlığını yaptığım- yüksek lisans tez çalışmasında bir market işçisinden aktardığı şu sözler ortaya koyuyor: “İnanın ki kasiyer arkadaşların çoğunu tanımıyorum. Ve beş yıldır, altı yıldır da buradayım… Onları hatırlamıyorum ki ben, çünkü her gün değişiyor kasiyer. Nasıl hatırlayayım?”[3]

Şahin’e mahalledeki komşularla ilişkilerini sorduğumda, “Bi yaşlı amca var şurda, onlan sohbet ediyom, hepsi bu. Burda komşu kalmadı abi. Genelde daire burası” cevabı veriyor. Kendilerine “görüntü kirliliği” olarak baktıklarını söylediği etraftaki apartmanların sakinleriyle ilişkileri için de, “Hiçbiri konuşmaz, biz de onlarla konuşmayız. Yolları ayrı, kapıları ayrı hepsinin” diyor. (Ama Şahin’in de farkında görünmediği bir durum var ki, civardaki apartmanlarda, bizzat mülakat yaptığım üzere, onunla hemen hemen aynı yaşam koşullarına sahip yoksullar da yaşıyor!) Yani ne işyeri ve ne de mahalle güçlü ve yakın insani bağlar kurmasına zemin sunuyor. Böylece de, etrafıyla ilişkisi esasen teğet ve hatta dışsal bir küçük aile çevresi karşımıza çıkıyor. Bireyselleştirici diğer ideolojik faktörlerin yanı sıra, emek rejiminin ayrıştırıcı etkileri ile mekânsal yalıtılma ortaklık duygusu ve bilincinin gelişmesini engellemede buluşuyorlar. Ancak, hem üretimin indirgenemez toplumsal karakteri ve hem de yeni iletişim ortamları kolektif aidiyet ve ortaklaşmanın yeni biçimlerini mümkün kılıyor. Nitekim Ayşe de, arkadaşlarıyla sosyalleşme imkânı olmasa da, Tik-Tok üzerinden başka hayatlarla bağ kuruyor ve belki de karşı apartmandan yayın yapan bir Tik-Tok’çuyu izliyor.

Not: Geçen hafta bir markette çalışan genç bir kadın işçi işyerinde intihar etti ve market o gün hiçbir şey olmamış gibi çalışmayı sürdürdü. İntihar eden market işçisinin hikâyesinin peşine düşen gazeteci -atladıysam affola- olmadığı gibi, gösterilen tepkiler de küçük çaplı birkaç protesto eylemi ve az sayıda eleştirel tvit ile sınırlı kaldı. Sermayenin kan emiciliğine ve gaddarlığına işaret edip durmanın ötesinde, “yan yana yalnızlıkları” aşarak “omuz omuza bir aradalığı” somut olarak hissetme ve hissettirmenin yollarını geliştirmek için şimdi ve burada ne yaptığımızı kendimize sormamız ve sormakla da kalmamamız gerekmiyor mu?

*Yapılan görüşmeler konuşma diliyle yazılmıştır

Kaynakça:

[1] P. Bourdieu, Distinction: A Social Critique of the Judgement of Taste, Harvard University Press (Cambridge, 1984), s. 397-8.

[2] Bkz. H. C. İnce, Between Employment and Unemployment: Un(der)employment Experience of University Graduates Working at Chain Stores in Turkey, ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, 2022. Sonuçları yayımlanmayı bekleyen bu çalışmanın, üniversite mezunu market işçileri ile ilgili önemli veriler içerdiğini ve burada ondan yararlandığımı belirteyim.

[3] Çalışmanın yayımlanmış bir özeti için, bkz. D. Koptekin, “Sermaye, Emek Sömürüsü ve Müşteri Hükümranlığı Sarmalında Market İşçisi Olmak,” Birikim Güncel (24 Şubat 2022), https://birikimdergisi.com/guncel/10925/sermaye-emek-somurusu-ve-musteri-hukumranligi-sarmalinda-market-iscisi-olmak.