Bir şeyin eksikliğini çekerek önemini öğrenmenin acılı yanı “eksik olma” ya da

Bir şeyin eksikliğini çekerek önemini öğrenmenin acılı yanı “eksik olma”  ya da “Allah eksikliğini göstermesin” sözünde yansır. Eski Mithat Paşa Sanat Enstitüsü’nün önünde dersi topluca kırmış öğrencilerin her birinin elindeki telefonlarda mesaj yazışlarını göstererek dert yanan İzmir’deki bilge taksi şoförünü dinlersem, kendisi çok yokluk çekmiş olanlar çocuklarına 'yok'u öğretemediler. Yanımdaki yolcu siyasete ilgisini ağır bedellerle ödeyen 90lardan anne-baba olmuş bir çok kişinin (aynı mantıkla) çocuklarını bilerek ya da bilmeyerek siyasetten uzak tutmaya çabaladıklarını hatırlattı. Bir koruma refleksi ya da çocuğunun hayatında kendi zorluklarının tekrarlanmamasından huzur bulma diyebilirsiniz.

‘Yok’u öğrenemeden büyümüş çocuklar, kendileri yokluk çekmedikleri halde bu sefer kendi çocuklarına 'yok'u (bilmedikleri için) öğretemiyorlar.

‘Yok’ diyemeyen anne-babalar, yok’un kesinliğinden kendileri de ürküyor; kendilerine yok demiş anne-babalarını sanki hiç sevmemişler gibi, çocuklarının kendilerini sevmeyecekleri düşüncesine bile katlanamıyorlar.

“Yok” demeyip “sonra düşünürüz” demeyi bir dükkânın müşteriyi küstürmeme için oyalama tekniğine benzetiyorum. Çocuğa net ve açık bir görüş iletmek yerine “kıvırtmak”, çocuktan gelebilecek olumsuz bir sözü bir süreliğine savuşturabilir, elbette. Gündelik hayatımızı ilkeler yerine zaman kazanmak, karşıdan gelecek tepkiye göre hareket etmek yönetiyor olsun ister miyiz? Çocuklarımızın hayatlarımıza egemen olan ilkesizliğimize tanık olmaları bizi sevmelerini sağlayabilir mi?

Sevilme ihtiyacımızı  kendimizi sevdirmeye, beğendirmeye çalışarak gidermeye kararlıysak, feysbuk’taki arkadaşlarımızın sayısını arttırmak bir yol olabilir. (yeri gelmişken, bu ve benzeri yazıları, seminer duyurularını  almak için www.facebook.com/yankiyazgancom u ‘beğen’ebilirsiniz; ya da  twitter.com/yankiyazgan.com u takip edebilirsiniz).


Ankara’daki mevsimlik göçmen tarım işçilerinin çocuklarının yaşam halleri başlıklı konferans’a katıldım. Türkiye’de hayattan, ailelerinden, toplumdan ihtiyaçları olanı almakta zorlanan çocukların arasında başköşede yer alacak kadar zor koşullar altında yaşayan bu çocuklar zorluk adına ne varsa, hepsini bir arada yaşamaktalar. Ankara Üniversitesi Çocuk Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin düzenlediği bir çalışmanın sonuçlarının da paylaşıldığı toplantıdaki konuşmamda zorlu yaşam olaylarının birisi ya da ikisi olduğunda sarsılmayan beyin yapısından örnek verdim. Zorlu olaylar 3’e ya da 4’e çıktığında, genetik olarak en kırılgan olanlar dağılmaya başlıyorlar. Genetik kırılganlığı açıklayayım; aynı beyin yapısını farklı gen bileşimleri kodlayabiliyor. Bu farklı bileşimlerin ortaya çıkardığı beyin bölgelerinin değişen durumlar karşısında kırılganlık ya da dayanıklılıkları da farklı. Örneğin, strese dayanıksızlıkla ilişkilendirilen serotonin taşıyıcı geninin “s/s” alttipini taşıyanları bu zorlu yaşam olaylarından korumayı başarabilirseniz, olayların peşisıra doğabilecek beyin dokularındaki (örneğin, bellekten sorumlu hipokampus) hasar da önlenebilir.

Zorlu yaşam olaylarında bile strese baştan dayanıklı çıkanlar kimler peki? Genetik yatkınlık taşıyıp taşımadığına bakmadan, sadece davranışlara ve sonuçlarına bakarak da söyleyecek şeyler var. Örneğin, mevsimlik göçmen işçilerin yaşama alanlarına baktığınızda, topluluğun yüzde 10’unu oluşturan bir anne kesimi dikkat çekiyor. Araştırmacıların “farkında” anne olarak adlandırdığı bu anneler, gözünüzde canlandıramayacağınız kadar berbat koşullarda çadırlarını ve çocuklarını temiz tutabilip, onlara bir iki oyuncak birkaç kitap temin etmeyi başarabilenler. Bu dayanıklı ve farkında annelerin herkesi canından bezdiren koşullarda yaratabildikleri gelişim alanında büyüyen çocukların gelişim özellikleri kamp alanını paylaştıkları diğer çocuklardan daha önde, yaşlarına uygun. Davranış sorunları daha az. Hayatlarından memnuniyetleri yüksek. Araştırma grubu bu annelerin tarzlarını diğer annelere aktarmalarını sağlayacak, onları toplumun önder gücüne dönüştürecek projeleriyle çadırlara hayat ve umut getirebilecek gibi gözüküyor.

“Yok”u bilmeyen çocuklardan başlayıp , “yoktan var eden” annelere geldik.

Çocuklara sınır koymamayı  “özgür”lük sayan modern “bobo” anne-babaların gözden kaçırdığını bu anneler görebilmiş: sınırlar, sınırları zorlama olanağı yaratır. Sınırları zorlama, mücadeleci bir güven duygusunu ortaya çıkartır. ‘Yok’ ancak emek ile var edilir. Çocukların emek vermeden, hak etmeden sonuç elde etmelerine olanak sağladığımızda, güç ve güvenlerini geliştirme şanslarını ellerinden alıyoruz.