Her şey tuhaf bir şiddet barındırır, gündeliğin içinde azalıp çoğalan her ne varsa ister istemez politiktir. Öyle bir şeydir ki bu çoğu zaman ‘adanmanın’ inanılmaz, akıl almaz öyküleri ile doludur

Yol anıları canlı kılar

Onur Akyıl

Kasabalar dünyayı değiştirmek isteyenler için iyi bir başlangıçtır; Ece Ayhan’dan çalarsak: ‘Tarihe bakın göreceksiniz.’. Şehrin ve kırın çoğu zaman ‘ortasında’, nadiren de olsa ‘arasında’ yerlerdir kasabalar. Her şey tuhaf bir şiddet barındırır; gündeliğin içinde azalıp çoğalan her ne varsa ister istemez politiktir.

Öyle bir şeydir ki bu çoğu zaman ‘adanmanın’ inanılmaz, akıl almaz öyküleri ile doludur. İnsanlar ölüm yokmuş gibi davranırlar, öyle yaşarlar kasabalarda. Korkular ve kaygılar şehirden de kırdan da daha sade, daha çıplak ve daha kontrolsüzdür. Her şeye sinmiştir gençlik, her şeyde bir gençlik heyecanı var gibidir. En kötü, en acı, en karanlık hikâyeler bile dönüp dolaşıp hayatla buluşur, hayatla örtüşür… Dolayısıyla sürekli şeylerin birbirine evirildiği, değiştiği, dönüştüğü bir yaşam sürüp gider kasabalarda. Bir de kasabaların bu ‘enteresan’ özelliklerinin, gerçeklerinin üzerine, giderek gerilen bir ülkenin gölgesi düştüğünde ortaya çıkan ‘şey’ pek de kolay kolay içinden çıkılacak bir ‘şey’ değildir.

Şükrü Yılmazer’in anılarından, tanıklıklarından yola çıkarak yazdığı / derlediği, Yılmaz Göçkün yayıma hazırladığı, Mayıs 2018’de NotaBene yayınlarından çıkan GÖÇ YOLUNDAN DEVRİMCİ YOL’A isimli çalışma bütün bu söylediklerimizi, Turhal özelinde ele alıyor ve tek kelimeyle soluksuz okunuyor. Başka siyasi anı / tanıklık çalışmalarına göre son derece akıcı bir dile sahip olan çalışmada, yetmişli yıllardan doksanlara uzanan muazzam bir öykü anlatılıyor. Kitabın yazarı Şükrü Yılmazer’in yaşamı, satırlar ilerledikçe onun olmaktan çıkarak, ülke genelinde yeni bir dünya için heyecan duyan onlarca gencin yaşamına eviriliyor.

Elbette acı tecrübeler, yiten arkadaşlar beliriyor sayfalarda. Halis Bilge gibi insanın insan olma / kalma mücadelesinde mihenk taşı olan isimlerin başlarından geçenler, karar alma süreçleri, eylemleri ve yaşama olan bağlılıklarını kendilerinden vazgeçerek ortaya koyuşları, bir siyasi hattın nasıl ilmik ilmik örüldüğünü de gözler önüne seriyor.

Kimseden herhangi bir emir beklemeden, içinde yaşanılan çevrenin gerçeklerine, koşullarına göre yeni bir yaşamın peşine düşmenin oluşturduğu bir anlatıda elbette ayrıntılar önemli yer tutuyor. Birlikte büyüyen arkadaşların, arkadaş sözcüğünü arkadaş kavramına nasıl dönüştürdükleri çarpıcı olaylar ve tanıklar eşliğinde ortaya konuluyor. Kitabın / çalışmanın bana kalırsa en ilginç ve etkili tarafı da burası. Kendi yaşam öyküsünden yola çıkan Şükrü Yılmazer, mücadelenin her anında, ‘orada olan’lara bırakıyor sözü. Böylelikle sığı bir yaşam öyküsü olmaktan çıkan kitap, sarsılmaz bir gerçekliğe yöneliyor ve yeniden söyleyeceğim, gerçekten bir solukta okunuyor.

Kitap içerisinde birçok önemli deneyim var, gerek sınıf gerekse bir politik hat olarak Devrimci-Yol adına. Bunların içerisinde sol içi çatışmaların zaman zaman nasıl akıl almaz nedenlere dayandığı da izlenebiliyor, cesaret ve korku arasındaki ayrımın insanı nerelere sürükleyebileceği de. Yetmişli yılların sonlarından, 12 Eylül darbesine uzanan, darbe sonrası kırlara yayılan ama hep soluk alan ve yaşam saçan ülkenin onurlu gençlerinin Şükrü Yılmazer’in hayatı üzerinden okunan öyküsünde en önemli olaylardan biri de Antimuan Maden Direnişi.


Antimuan maden direnişi pek çok açıdan oldukça önemli. Her ne kadar sol tarihimizde pek bilinen bir direniş olmasa da, Turhal’da o dönem madende çalışan ama sınıf bilincinden yoksun onlarca gencin adım adım nasıl kavgayı sahiplendiklerini okumak, günümüzü anlamak açısından da önemli ipuçları veriyor. Özellikle zor koşullara rağmen işçilerin her şeyden çok yaşam ve çalışma alanlarına sahip çıkışları, hatta bu durum karşısında patronun ‘memnun’ dahi olması hala geçimimizden öğrenecek çok şeyimiz olduğunu doğruluyor. Maden direnişin önemli getirilerinden biri de, insanların bir araya geldiklerinde, ortak bir tavrı koşulsuz sahiplendiklerinde değişmeyecek hiçbir şeyin olmadığını görmeleri ve göstermeleri; bu durum elbette o güne değin politikleşmemiş onlarca genci de sınıf kavgasının bir parçasına dönüştürüyor. Dönem düşünüldüğünde, çevresindeki gerici kuşatmaya karşın Turhal’ın nasıl kendi gerçeğini yarattığı ve yaratılan bu gerçeğin zamanla kırılmaz zannedilen gerici kuşatmayı delmeye başladığı görülüyor. İnancı tam birkaç insan, birkaç işçi zaman ve gericilik karşısında kudretli bir zafer kazanıyor; bu zaferi hazırlayan şey ise ortada; başka işçilere, başka ezilenlere ısrarla öncü olmak.

Ve elbette ‘bu işlerin’ kaçınılmaz süreçleri: karakollar, işkenceler, cezaevleri… Dolayısıyla Şükrü Yılmazer’in çalışması aslında hiç de anılar toplamı ya da ‘geçip giden günler’ güzellemesi değil. Aksine anlatı, dil öylesine gerçek ve sürükleyici ki şimdiyi kuşatan o derin soluk, şimdiye yayılan o zaman tanımaz yıkıcı tutku kitabın her satırında, her bölümünde okuyucuya son derece başarılı bir biçimde geçiyor. Anılar kendilerini aşarak yeni, yepyeni bir şeye dönüşüyorlar ve bu yeni şeyi tanımlamak çok da önemli değil; içinize işleyen bir şeyler var mı okur olarak, evet var.

Sonuç olarak gerçekten anlatılması, aktarılması, yazılması gereken bir öyküymüş Turhal’ın ve Turhallı devrimcilerin öyküsü. Girişte değindiğimiz kasabaların o tuhaf dokusunun, kapalı halinin, bir iyi bir kötü olan gündelik ilişkilerinin nasıl dengeye, yola koyulacağı bundan daha iyi ele alınmazdı herhalde. Açıkçası bir romandan farksız, bir romandan etkili, bir romandan şüphe yok ki gerçek. Sevdiğim bir sözle bitireyim: Mutlaka okunmalı!