Faşizme, hadi milliyetçiliğe diyelim, alınmış bir önlemimiz var mı, yoksa geleceği Altındağ pogromları mı şekillendirecek?

Yol ayrımı

Geçen yüzyıl, faşizmin insanlık tarihini nasıl değiştirdiğine dair sayısız örnekle dolu. Ama ders aldık mı? Yoksa yollar dönüp dolaşıp Roma’ya mı çıkıyor?

Türkiye’de bir kısım muhalefet, kıpır kıpır bir heyecan içerisinde: İlk seçimde AKP’nin tarihin çöplüğüne gömüleceğinden neredeyse emin, yeni bir düzenin kurulmaya başlayacağının umuduyla dolu.

Peki, nasıl bir “yeni düzen”?

Bu yeniyi kim kuracak?

Seçimi heyecanla bekleyen muhalefet kimlerden oluşuyor?

Geri kalan “muhalefet” nasıl bir ruh hali içinde?


Faşizme, hadi milliyetçiliğe diyelim, alınmış bir önlemimiz var mı, yoksa geleceği Altındağ pogromları mı şekillendirecek?
Bu önlemler Türkiye’nin çukura saplanmasında büyük pay sahibi, kendilerine liberal deseler de İslamcı örgütlenmelerle her daim kol kola olmuş kanaat önderlerini de içerecek mi?

Ya da kendini antifaşist olarak tanımlayan kimlikçi politikaların yürütücüleri, kapitalizmle ve dolayısıyla aslında faşizmle ne kadar iç içe ve ne kadarı içimizde?

Ne yaparsak yapalım, köprüden önce son çıkışı kaçırdık mı?

Sosyalist düşüncede umutsuzluğa yer yok ama umut edebilmek için gerçekçi olmak zorundayız. Hele ki toplumun açlığının da öfkesiyle büyüdüğü bir ortamda olup biteni doğru tahlil edemezsek, bir çukurdan diğerine yuvarlanmamız büyük olasılık.

Özellikle de her şeye geç kaldığımız bir coğrafyada, epeydir “yeni faşizmin” yükselişiyle birlikte tanımlanmaya çalışıldığı Avrupa’dan farklı olarak, toplumun her hücresine sirayet etmiş İslami siyasetin de ne derece şekil değiştirebileceğine pek çok kez tanık olmuşken…

Herkes hazırlık içerisinde. Daha doğrusu, ana akım siyaset hazırlık içerisinde. İYİ Parti, gençlik örgütlenmesinden eski sokak/mafya tecrübesine, CHP’nin bir kısmını ve AKP eskilerini yanına alarak bir cepheyi çoktan açtı. Diğer yanda herkesin Cemaatçi olduğunu bildiği ama en çok da demokrat-sol kesime yanaşık duran bukalemunlar var. İlkesiz siyasetin ittifak gücü düşünüldüğünde, ileride kimin kiminle yan yana duracağı belirsiz olsa da siyasetin şimdilik önümüze sunulan tepsideki hali hiç iç açıcı görünmüyor. Farklı milliyetçilikleri kendilerine araç edinen bu siyasetlerin oynadığı köşe kapmacada açlık, yoksulluk, hastalık, çalışmaktan ölmekle ilgili bir politika yok. Daha doğrusu, canına tak edecek halka karşı duracak hamasi milliyetçilik(ler) pişiriliyor, hatta servis ediliyor.

Bu yol ayrımının belirleyicilerinin amacı, bir NATO ülkesi olduğunu bu aralar ‘unutan’ Türkiye’nin fabrika ayarlarına dönmesi.

Bizim gerçeğimiz ise memleketi bu hale getirenin tam da o fabrika ayarları olduğu.

Ve ne memleketin ne dünyanın aynı filmi bir kez daha izleyecek mecali kaldı.

Hangi film mi?

“Propaganda bir teori üretme meselesi değildir, bilakis konuşulanı pratiğe dökmekle alakalıdır. Kişi, bir propagandanın diğerinden daha başarılı olduğuna teorik olarak karar veremez zira propaganda, ancak belirlenen hedefe ulaşabildiyse başarılı, ulaşamadıysa başarısız kabul edilir. Propaganda materyalinin ne kadar akıllıca olduğunun bir önemi yoktur propagandanın amacı, bünyesinde yalnızca akıllıca öğeler barındırması değil, aynı zamanda başarılı olmasıdır. Bu yüzden ben, propaganda üzerine yapılacak her türlü teorik tartışmalardan kaçınırım çünkü bu tartışmalardan bir sonuç çıkmayacağını bilirim. Bir propagandanın iyi olup olmadığını, belirli bir süre içinde insanları ateşleyerek belli bir fikre yöneltmeyi başarmasından anlayabilirsiniz. …propagandanın amacı ne samimi ne nazik ne zayıf ne de mütevazı olmaktır, propaganda yalnızca başarılı olmayı hedefler.”

Sözlerin tanıdık gelmesinin sebebi, tek amacı iktidar olan bir siyasetin izlediği yol açısındandır. Ve amaca giden yolda her türlü vahşiliğin, katliamın, savaşın göze alındığı bir siyasete ait olmasından: Yukarıdaki alıntı, Joseph Goebbels’in radyo konuşmasından*, 9 Ocak 1928 tarihli.

Halk düşmanı ve ilkesiz bir amaca yönelik kara propagandanın muhalif ya da değil her yeri sardığı dönemde, neyin gerçek olduğunu anlamak için daha yakından ve daha şüpheci bakmamız gerekiyor. Kolay bir yol ayrımında değiliz ama hepimiz adına belirleyici olacağı kesin.

*Kaynak: “Goebbels Büyük Yalanlar, Yalanın ve Çürümenin Kitabı”,
Zeplin Kitap, Çev. Duygu Bulut)