Bugün Yılmaz Güney’in 30. ölüm yıldönümü, aradan 30 yıl geçmiş ve Türkiye çok değişti.

Yol’da neden Kürdistan yazdı?

Bugün Yılmaz Güney’in 30. ölüm yıldönümü, aradan 30 yıl geçmiş ve Türkiye çok değişti. Bugün artık naifliğimizi, masumiyetimizi yitirmiş, insanlar üzerinde iktidarımız oyun oynamakta pek mahir, insan hayatıyla inanılmaz oyunlar oynuyoruz, taşlar yerine oturmuş ve toplumu oluşturan insanlar toplumun diğer kesimleri üzerine oynanan oyunlara yabancılaşmış.

Türkiye bir bütün olarak disasosiye oluyor, yani parçaları bütünleştiremiyor, diğerlerinin ve hatta kendi halinin bile farkında değil. Yabancılaşmanın bu düzeyi ise iktidara inanılmaz bir hareket alanı tanıyor. İktidar kendi acımasızlıkları, sahtekârlıkları için çok geniş bir alan buluyor ve kendi sahte kahramanlarını yaratıyor. Öyle ki bunların içinde uluslararası kimi ödüller de var. Geçmişin direnen insanlarının yerine şimdi ne olduğu belirsiz “kahramanlarımız” var.

Peki, damardan girelim Yılmaz Güney Yol filmine Fransa’da kurgu yaparken neden Fırat’ın doğusuna geçildiğinde Kürdistan yazdı?

Bu hikâyenin başlangıcı Yumurtalık olayına gider. Çünkü Güney Selimiye’de yatarken Ulusal Sorun ile Sınıfsal Sorunu aynı çatı altında düşünmeye başlamıştı ve Lenin’in Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı başta olmak üzere, bu konudaki temel metinleri okumuştu. Endişe filmi Elia Kazan’ın “bu adam için endişe ediyorum” sözü üzerine manevi bir cevap olarak düşünülmüştü. Kazan Güney için endişe ediyordu, ama Güney ise başkaları için. Sonuçta bir isyanla biten bir film olarak tasarlanmıştı Endişe, başta Urfa olmak üzere Kürt illerinden gelen topraksız köylülerin Çukurova’da pamuk toplarken yaşadıkları üzerine yoğunlaşacaktı, başrolde kendisi vardı, bir iki oyuncu dışında hepsi gerçek köylülerden oluşacaktı. İstanbul’dan Adana’ya gitmeden önce iktidar tarafından açıkça tehdit edilmişti, her an siyasi provokasyon bekliyordu, film durdurulabilirdi. Ama karşısına çıkan adi bir provokasyon oldu, yargılanma süreçleri de adil geçmedi ve en ağır ceza verildi.

Yılmaz Güney bu vahim olaydan psikolojik olarak çok etkilendi, nitekim 1974-78 arasındaki yıllardaki istediği filmleri üretememesini buna bağlamak gerekir. Daha sonrasında ise Midnight Express filmi ortaya çıktı, Türkiye’de çok tartışıldı. Yılmaz Güney üç kere hapishaneye girmiş, yıllarca yatmıştı, nitekim hayatının dörtte biri kadar hapiste geçmiştir. Bu kez iktidar ondan film istiyordu, Türkiye’de hapishanelerin durumunu gösteren, batılı dünyada seyredilebilecek ve etkili olacak bir film: Türkiye’de hapishanelerin durumunun hiç de Midnight Express filminde gösterildiği gibi olmadığını anlatacaktı Batılı dünyaya. Bu aslında Yılmaz Güney’e küfür etmek gibi bir şeydi: sonuçta Yılmaz Güney “bütün Türkiye’nin bir hapishane olduğunu anlatabilmek” için Yol filmine soyundu. Ama zaten Yumurtalık içinde bir acı olarak yaşıyordu, kendi hayatı mahvolmuştu, yıllardır hapisteydi ve çıkış noktası Yumurtalık idi: Ulusal Sorunla Sınıfsal Sorunu birleştirmek isteğiyle film yapmaya karar verdiği için siyasi iktidarın bir oyunuyla yıllardır hapisteydi yani.

Şimdi yurtdışındaydı ve ipleri biraz olsun kendi eline almıştı, Türkiye’deyken siyasi iktidarın temsilcileriyle bu konuda İmralı’da görüştüğü kesindir, yine tehdit edildi, ama Yılmaz Güney anladığım kadarıyla bu konuda tek bir kelime konuşmadı, sustu ve zamanını bekledi.

Nihayetinde kurgucu dışında Yılmaz Güney’den başka kimse bilmiyordu: Film ancak Cannes’da gösterildikten sonra diğer insanlar öğrendi, yıllarca çektiklerinin, yaşayamadıklarının ve en çok gönül borcu olan topraksız köylülerin acılarının yüreğindeki izleriyle bir direniş anında yazıldı perdeye Kürdistan.

Yılmaz Güney kısaca Kürt olduğunu Fransa’dayken keşfetmedi.