YOL neyi anlatır?
Niçin Kara Mahkûmları?
Hayata ve YOL’a dair…


Hayatın öteleyemediği insanlar vardır. Yıllar gelip geçer ve o insanlar milletin kalbinde yaşamaya devam eder. İşte hapishane arkadaşlarının bir bölümü de böyledir, o insanları hatırlıyorum, çok şey paylaştım onlarla, dahası o insanların hikâyelerinden esinlendim, zaten ömrümün dörtte biri hapislerde geçtiği için başka türlü nasıl olabilirdi?

İnsanı hapiste, hastanede, yolda tanıyın diye bir üçleme vardır, gerçek yüzünü orada görürsünüz derler.

Benim durumum gerçekten ilginç, niye peki? Üçü de hayatımın merkezindedir de onun için. Hapis, hastane, yol. Yani beni tanımak isteyenler için bol malzeme verdim kısacık hayatımda.

Yol filminin hikâyeleri de gerçektir, o insanların her birinin hikâyesini derlerken, öyle çok düşündüm ki bizim düzenimizin insanları nasıl harcadıkları üzerine.

Tam da Yol’un hikâyelerini yazarken ikili bir seçenekle karşı karşıyaydım, ya bu insanların niçin hapse düştüklerini inceleyecektim ya da bu insanların hapis yaşamındayken dış dünyayla boğuşmalarını ve her birinin hayatla didişmesini, devam eden hayatın her biri için onulmaz yaralar açmaya devam etmesini.

Şimdi size bir şey söyleyeceğim ve bu çok tartışmalı olacak: ben uzun yıllar hapiste kaldım, bunun büyük bölümü de son hapisliğimdi, ama sonuncusunda siyasilerle değil kara mahkûmlarıyla kaldım, bunu bilerek tercih ettim, peki niçin? Bu insanlar kader mahkûmları mıdır? Ne gezer?

Ben bu insanların hayatını incelediğim zaman ki ister bilerek inceleyeyim isterse hiç uğraşmayayım, o insanlar benim içimde yaşadıkları için, biraz da zorunluydu bu, tam anlamıyla aslında düzenin kurbanları olduğunu görürdüm. Bizzat düzen o insanları kader mahkûmları diyerek kendi sorumluluğunu bir bilinmeze atıyordu, asıl kritik olan, bu insanlarla gerçekten bir insan gibi ilgilenmeye başladığın zaman, o insanların nasıl da değişebileceklerini gözlerimle gördüm, hem de hayatım boyunca.

Bu nedenle Yol’da ben siyasi mahkûmları değil de, kara mahkûmlarını ele aldıysam, bu yalnızca sansür nedeniyle değildi. Bizzat o insanlar düzeni ve adaletini incelemek için en uygun insanlardı ve bana hayatla yüzleşmem için ideal örnekleri sunuyorlardı, ben onların hayatına girdiğim zaman içinde bulunduğumuz düzene en yoğun halde kendimi isyan eder buluyordum.

Bu anlamda Yol’un hikâyesi benim için çok insanın kolaylıkla görmezlikten gelmesine rağmen, bir rejim analizidir, yok saydığı insanların hikâyesi bana o rejimin insanlara reva gördüğü hayatın tam da içine girmeme olanak sağlıyordu. Şöyle düşünelim, bir insan bir suç işledi, ne yapmak ister, suçunu gizlemek, bu insanla konuştuğunda belli yerlere geldiğinde sözü değiştirmek ister, zülfü yare geldiğinizde kişinin içine girmek istemediği yer bir tür onun hassas noktasıdır, vicdan da böyle değil mi? Suç dediğiniz şey, elbette Dostoyevski’yi doğru dürüst okumuşsanız, iki yerde karşınıza çıkar, birincisi yasaların suç saydığı yerdir, bu ikincildir, ama yüzeydedir, bir de ikincisi var ki, aslında bu birincildir, daha derinlerde, daha çatışmalı bir yerdedir, aslında bu birincil olanı kazıdığınızda kişi vicdanında kendini suçlu hissediyorsa, o kişinin kaçması mümkün değildir, gelip kendi kendini ele verir. Düzen için de böyledir bu, bizzat aynı nedenle bu insanların hayatlarını yok sayar ve onların üzerine gitmez, onların hayatını, koşullarını, çelişkilerini görünmez kılmak için elinden geleni yapar. O zaman bu insanlarla farklı bir düzeyde bir ilişkiye girdiğinizde, şaşılacak denli kendileriyle yüzleştiklerini, değiştiklerini, siyasallaştıklarını ve hayatla kurdukları ilişkilerin yeni bir düzlemde ve bu kez çok daha sağlıklı olarak kurulduğunu görürsünüz, işte Yol benim için bu insanların hayatlarına girmek ve oradan da düzenle hesaplaşma zemini sunuyordu. Değil mi ki benden Türkiye’nin hapishanelerini aklamam için isteniyordu, Midnight Express’e karşı, benim de amacım hapishanelerin değil de bizzat Türkiye’nin bir hapishaneye dönüştüğünü göstermekti buna yanıtım. İşte bu anlamda Yol büyük oranda çelişkilerle yüklü ve her birisi bu çelişkilerin karşısında çıkışsız insanların kendi iradeleri/ahlakları/doğrularının kesintiye uğradığı yerde onlarla yüzleşmesini anlatarak, aslında hayatla ve düzenle hesaplaşmam anlamına geliyordu.

Mademki bu düzen bana adi suçlu muamelesi yaptı, hatta ben yurtdışına çıktıktan sonra bile buna dayanarak iade edilmemi istedi, işte bu yüzden, adi suçluların hayatından da bir karşı yanıt üretmem gerekiyordu. İnsan hata yapmaz mı? Elbette yapar, ama daha başka bir şey de var, ya o insanların koşulları onlara hiçbir doğru yanıt üretmiyorsa, o insanların yapacakları her şey belirli anlamlarda çıkışsızlıktan bir yıkıcı hataya dönüşüyorsa, işte o zaman ne olacak? Bu sorunun yanıtını vermeye çalıştım ve bilindik, şablon bütün yanıtları reddetmek üzerine kurdum senaryomu, ezbere söylenen her şeyi ama her şeyi bir kenara bıraktım, nalına da mıhına da diyerek, sordukça sordum, kazıdım bu hikâyeleri, ben kazıdıkça o insanlar aklandı, onlar aklandıkça ise düzen mahkûm oldu.

Ben Yol’u yaptıktan sonra, Cannes’a katıldım, ödül aldım, daha sonrasında ise pek çok sayıda söyleşi yapıldı, o söyleşiler bana neyi mi gösteriyordu, aslında çok basitti, kara mahkûmlarının hayatı ve onların iç dünyası hakkında bütün dünya cahildi. Entelektüel dünya bu insanları o kadar dışlamış ve o kadar çok haklarında kökleşmiş önyargı üretmişti ki adam filmi seyrediyor ve çok etkileniyor, ama bu insanlara yakınlaşmamak için yine de son derece sistemli ayak diriyordu.

Gelip soruyorlardı, filmi seyrettik çok etkilendik, ama filminizde umut yok diye! Umut çelişkilerdedir, umut o insanlarla kurduğunuz ilişkinin değişmesi sonrasında, o insanlarla yeni bir dünya kurmak için mücadelenizdedir, umut o insanların kendi en karanlık yönleriyle hesaplaşmasındadır, umut en fazla bu insanların hayatlarını yok sayarak, kendi dar sokaklarımızda siyaset yapmaya çalışarak kaybedilir. Diyalektik sadece diyalektik, en umutsuz olduğunuzda, bütün yolları tükettiğinizde ancak doğruyu ve hayatın özünü en net görebilirsiniz, onun dışındaki hallerde her zaman kaçacak bir yeriniz vardır. İşte o anlarda isyan bayrağı İmralı’da kara mahkûmlarının yüreğinde dalgalanmaya başlardı.