Seda Ünsar’ın ‘Düşüş’ romanı yola düşenlerin, yolda düşenlerin hikâyesini entelektüel bir arka planla anlatıyor.

Yola düşenlerin romanı: Düşüş

Erdem Ünal DEMİRCİ

Seda Ünsar’ın ‘Düşüş’ romanına başlamak bir yolculuk hikâyesine başlamak gibi geliyor bana. Yola düşenler, sanattan siyasete; tarihten felsefeye uzanan zengin bir entelektüel tartışmanın eşliğinde ilerlerken yolun sonunda yahut yeni bir yol ayrımında kurmaca öykülerin iç içe geçtiği bir romanla yüzleşmek zorunda kalıyor. Gerçeği düşle, umudu hayal kırıklığıyla, ayrılığı aşkla buluşturabilen bu eseri tanıtmaya gücüm yeter mi bilemem ancak bendeki çağrışımlarından bahsedebilirim elbet.

Romanda, kayıp zamanın izinde gerçeğin peşine düşen iki ana karakter S ve Ali’nin farklı zaman ve mekânlarda yaşadıkları düşsel yolculuğun metaforik anlatımlarla derinleştiğini gözleyebiliriz. S ve Ali, birbirine benzeyen, ideolojik görüleri yüksek, Doğu ve Batı denkleminde hiçbir tarafa öykünmeyip aynı ihtirasla akla ve bilime değer veren, barışa ve özgürlüğe inanmış iki karakter. Onlar zamanın ruhuna yenik düşenlere inat, varoluşçu bir sorgulamanın eşiğinden seslenirler okura. Bir çelişki gibi gelebilir belki ama kayıp zamanın peşine düşenler, onu gerçekten ellerinde tutmayı deneyenler değil midir? Yahut S. Beckett yorumuyla “daha iyi yenilenler” ısrarla deneyenler değil midir? Romanda “gerçeğin hapishanesinden kaçmak” diyor buna Ali. Gerçeğin hapishanesinden bilimle, sanatla dünyayı güzelleştirerek kaçılabilir ancak, erdem ve adaletle kurulabilir yeni bir dünya.

Ali kendi romanında Sergey Andreyev Kuruzkov karakterine “hayatı değiştirebildiğin zaman anlamı vardır” sözünü söyletir ve ekler “hayatın tek anlamı vardır: İnsanlığın bütün bu evrimsel sürecinde bir adım öteye taşıyabilecek bir ideal uğruna yaşamak ve ölmek.” Bu yorum, Özcan Alper’in Sonbahar filmindeki bir sekansı hatırlatıyor bana. Yitik düşlerin gri ve hırçın bir Karadeniz sahilinde toplandığı Sonbahar filminde Eka’nın Yusuf’a “Sen Rus romanlarından kaçmış gibisin” söylemi, “sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına” duyulan bir saygı duruşu gibidir. Bu açıdan bakıldığında Ali, Rus romanlarından kaçmış, zamanı şaşırmış bir karakter olarak kendi romanındaki Sergey karakteriyle benzeşir. Sergey, ruhsuz içi boş insanlardan şikâyet edip köye sığınırken Ali San Francisco’da okyanus gören bir evden paylaşır yalnızlığını. Tüm umutsuzluğa, düş kırıklığına ve yalnızlığa rağmen genel manada Ali karakterine bu duygu ve düşüncelerin ötesinde bakmak gerektiğine inanıyorum. Umutsuzluğu yücelten umudun büyüklüğüdür aslında. Çehov’un Üç Kızkardeş oyununda Olga şöyle diyor: “Acılarımız, bizden sonra yaşayacak olanlar için sevince dönüşecek; mutluluk, dirlik düzenlik egemen olacak dünyaya.” S’nin Ali’yi 18’inci yüzyılda devrimi hazırlayan filozoflara benzetmesi boşuna değildir. Ali tıpkı Diderot gibi adalete ve gerçeğe âşıktır, peşinden gider. Kırılganlığının büyük olması da bu yüzdendir. Yazdığı romanda Aristokrat kimliğinden kurtulamayan Sergey’in haline benzer bir buhran yaşasa da sanatla, aşkla, bilimle ve adaletle güzel günlerin geleceğine içten içe inanır Ali. Rüyasında Gazali tarafından aydınlanmanın öncüsü sayılan İbn-i Rüşd’ün öldürüldüğü sahnede dehşete kapılır kapılmasına ama İbn-i Rüşd’ün son bir gülüşüyle aklın, kör karanlığa galebe çalacağına inancı da pekişir. Aynı rüyada Ömer Hayyam ile tanışır ve rubailerine kulak verir. Hayyam’ın suretinde dostları Behman ve Afife’yi görür. Böylelikle insanın kendisi olması için öncelikle kendisini tanıması gerektiğine kanaat getirir. Kitabın sonunda Epictetus üzerinden verilen mesaj tüm bu anlatının özeti gibidir: “Hayatı kaybetmekten daha acı bir şey varsa o da hayatın anlamını kaybetmektir.”

Hayatı anlamak, yeniden kurmak için güvenli limanları terk etme cesaretine sahip olmak gerekir. Düşüş yola düşenlerin, yolda düşenlerin hikâyesini entelektüel bir arka planla ve büyük bir başarıyla anlatıyor.