Yıkılmış ya da yoksul vatanı biliyoruz; yolu da, ama şimdi ulaştıkları yerlerde de durumların pek iyi olmadığı söyleniyor. Diyorlar ki, bu ülkeler artık “büyüyemiyor”muş; durgunluğun pençesinde, bunalımın kıyısında, koyusunda, kuyusundaymışlar

Yoldakiler ve Schmitt’in istisnası

İyiye mi gidiyor Dünya, yoksa sonuncu sonbaharına, kara bulutların gökyüzünü kapladığı, gecekonduları yıkacak, gökdelenleri yerle bir edecek fırtınalı zamanlara bir parmak mı kaldı. Tartışma budur, rivayet muhteliftir. Felaketlerin, korunaklı yerlerde bulunduklarına inananlar için seyirlik bir değeri olduğu söylenebilir. Ama bu kez tornado fenadır, muhkem evlerinde oturduklarını düşünenlerin de rahatı kaçacak gibi. Bu tasvirin pek hoşunuza gitmediğinin farkındayım, o zaman daha ayrıntılı, insanların gittikçe küçüldüğü doğanın büyüdüğü, kükrediği bir tabloya ne dersiniz. Ama ne anlatsanız onların gözü artık-değere el koymaktan, bin türlü yöntemle kârlarını katlamaktan başka bir şey görmez. Bunalım ayaklarını yerden kesse bile bir çözüm arar, bulurlar. Bu kez buldukları çare vidaları sıkıştırmak, sistemleştirmektir. Peki ama nasıl? Sahte bir neden, uydurma bir vesile aranmayacak mı?

Yolda onlar zaten...
Ülkenizdeki rejimden, işkenceden, bir akşam ansızın mahallenizin çatıları uçuran bombalardan ya da her geçen gün artan yoksulluktan kaçmış, yollara düşmüşsünüz; kucağınızda bir yaşına yeni basmış çocuğunuz, yanınızda annesinin elini tutmuş sürüklenir gibi yürüyen 6 yaşında kızınız, sınırı geçtiniz, en yakın sığınaktasınız. Belki de Aylan bebeğin suların sürüklediği cansız bedenini kıyıda gördünüz. Size sınırın öteki yakasındaki ülkenin sunabileceği ikram etrafı çevrili bir kamptır. Hiç bir şey kurulu düzenlere göz yaşı döktüremez. Kamptasınız.


Bu kampları ben anlatmayayım da “Kuşatılmış Toplum” adlı kitabından (Ayrıntı Yayınları) iki cümle alalım, Zygmunt Bauman anlatsın: “Kamplar çıkışların kapatılmasıyla kalıcılaştırılmış, hileli yapılardır. Yeni ve ‘kalıcı hale gelmiş geçici’ mekanlarında, mülteciler ‘oradadırlar ama oralı değil’dirler. (...) Görünmez ama kalın ve aşılmaz bir şüpheyle kızgınlık perdesinin arkasında, (abç) ev sahibi ülkenin geri kalanından ayrılmışlardır.” (sf.161)

Ama onlar orada kalmak istemiyorlar; daha ileri, hep daha ileri, Kuzey’e Batı’ya, zenginliğe, statükonun huzur vadettiğini düşündükleri “Eldorado”ya, cennete benzer tasvir edilmiş ülkelere doğru binler, onbinler, yüzbinler halinde ölümcül engellere, dağa, bayıra, açlığa, susuzluğa, aşılması imkansız denize aldırmadan, kimi zaman insan gibi yaşamak için çıktıkları yolda insanlıklarını yitirerek ilerleyecekler.

Orada onları ne bekliyor? Yukarıda altını çizdiğim cümle artık daha kalın kalemlerle kışkırtılarak politik bir hedefin gerekçesi olarak yazılıp çiziliyor oralarda. Görünmez ama kalın, aşılmaz şüpheyle kızgınlık perdesinin arkasına gizlenmiş tetikçilerin koruyucusu politik güruhun öfkesi, sınırı ilk geçtikleri yerlerdeki çaresizlerin öfkesine benzemeyecektir.

Oralarda nasıl havalar
Yıkılmış ya da yoksul vatanı biliyoruz; yolu da, ama şimdi ulaştıkları yerlerde de durumların pek iyi olmadığı söyleniyor. Diyorlar ki, bu ülkeler artık “büyüyemiyor”muş; durgunluğun pençesinde, bunalımın kıyısında, koyusunda, kuyusundaymışlar. Ve artık artmayan zenginliklerini kimseyle ama kimseyle paylaşamazlarmış, O ülkelerin işsizleri, yoksulları da yeni gelenlere hoş bakmıyorlarmış. Ve derler ki, statükolar bu yüzden sarsılıyor, yabancı düşmanı partiler güçleniyormuş,

Peki bunalım içindeki sistem de bu durumu bunalımı aşmak icin bir fırsat olarak görmüyor muymuş?

Ben diyorum ki, işte burada duralım, bir iki dakika düşünelim.

O eski hikayenin gerekçesi de ötekilerdi, Tarih olan o hikayede, tıpkı şimdi olduğu gibi “farklı” insan topluluklarının kırımı, kıyımı, sürgünü vardı. Dünyanın bütün ülkelerinden atılmış -ne acıdır, kendilerine uygulanan kıyımın acısını Filistinlilerden çıkaran bir devletleri var artık- Yahudilerin Rusya’da her fırsatta kırıldığı “pogromlar” vardı. İnsanlık tarihinin acı bir çığlığı olan milyonlarca Yahudinin, komünistin, sosyal demokratın, papaz da vardı değil mi, papazların, Nazi aleyhtarlarının bin türlü yöntemle öldürüldükleri toplama kampları vardı.

Tuhaf olan “durum tesbiti” adı altında piyasaya sürülen “dünya sağa kayırıyor yapacak bir şey yok” propagandasının kimi aydınları rahatlatıyor olmasıdır. Bu “durum tesbitini” pek seviyorlar. Belki de bu türden saptamaların belli bir amaca hizmet etiğini fark etmiyorlardır.

Gerçekse bu yanıltıcı saptamanın çok ötesindedir.

İstisnalar kaideyi bozar mı?
Evet önce kabul edin bu savaşların, bu göçlerin nedeni sizsiniz. Dünyayı sömürerek elde ettiklerinizi kimseyle, hele hele tepelerine bombalar yağdırdığınız ülkelerin halklarıyla paylaşmaya, yıkılma zamanı çoktan gelmiş geçmiş sisteminiz izin vermiyor; sizin de bu lanet sisteminizi korumak icin denemeyeceğiniz hiç bir kötülük yok. Şimdi de “işte demokrasi tehlikedeyse bu durumun nedeni de bunlardır; işte halklarımız da durumdan memnun değildir, öyleyse işleri biraz sıkı tutmanın zamanıdır, kötü ama ne yapalım mecburiyet” demeye başladınız bile.

Peki öyle midir? Öyle olsun diye bin dereden su getiriyorsunuz. Bir iki yerde sonuç almış da olabilirsiniz, -Macaristan mı, bekleyin hele- bir iki yerde, bir iki sıkı uzman sizin teorilerinizi allayıp pullamış da olabilir ama gerçeğin öyle olmadığını yakında anlayacaksınız.

O bir iki yer, bir iki ülke de istisna olarak kalacaklardır.

Ah evet hatırladım, o ülkelerin istisna olarak kalmasını istemiyorsunuz ama sistem “filozoflarının” olmayan itibarını iade etmek için yıllardır uğraştıkları Nazi hukukçu Carl Schmitt’in “istisna” teorisini çok seversiniz siz. İstisna teorisi Schmitt’in en temel tezlerinden birisidir. Ben yine Bauman’dan alayım: Schmitt’e göre “egemenlik (...) bütünüyle dahil etme veya muaf tutma iktidarıyla ilgili bir şeydi. Egemen istisnai duruma karar veren kişidir (...) Muaf tutmak (sadece görevlerden değil haklardan da) o kişiyi yasaların uzun kollarının erişemeyeceği bir yere koymaz, aksine çıplak ve çaresiz, yasaların katı gücüyle karşı karşıya bırakır.” (sf.308)

Böyle kuruyordu Schmitt “mantık” zincirini: İstisnai durumlara karar vermek liderin işidir ve öyleyse lideri, sistemin sürekliliğini sağlamak için hukukun zincirlerinden kurtarmak gerekir. Şöyle yazıyordu Schmitt: “Souverän ist, wer über den Ausnahmezustand entscheidet” / “olağanüstü hale kim karar verirse egemen odur.” Şu birleşik “Ausnahmezustand” sözcüğünün ilk yarısı “Ausnahme”, istisna demek değil midir zaten.

Şimdi mümkün olan yerlerde bu planı uyguluyor ya da uygulamak istiyorlar. Hukuk dediğiniz nedir, işte yıllar ötesinden Carl Schmitt yetişti imdadınıza: İstisnayı sürekliliğe çevirecek, hukukun zincirlerinden kurtaracaksınız. Onların planı böyledir. Başarı şansları var mı? Bilmiyorum; sarı yeleklilere bakıyorum, Paris’e, öteki ülkelere, öteki kentlere bakıyorum... Teziniz tökezledi, hava döndü gibi sanki...

“Göçmenler yabancı düşmanlığını artırdı, sağ güçleniyor, yapacak bir şey yok, nesnel durum bu” diyenlere de küçük bir sorum var bu arada:

Paris neden ayağa kalktı sanıyorsunuz ki siz? Macron, Louis Napolyon olsun diye mi?