Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu filminin bir sahnesinde Nihal Aydın’a şöyle der: “Yalnız bir kez olsun durumunu gerçekten güçleştirebilecek bir davayı savunduğunu, kendine bir fayda sağlamayacak duygular beslediğini görebilmeyi ne çok isterdim”

Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu filminin bir sahnesinde Nihal Aydın’a şöyle der: “Yalnız bir kez olsun durumunu gerçekten güçleştirebilecek bir davayı savunduğunu, kendine bir fayda sağlamayacak duygular beslediğini görebilmeyi ne çok isterdim”.

Bir kez olsun durumunu güçleştirebilecek bir davayı savunmadan kendine muhalif bir kimlik inşa edenlerin hiç de az olmadığı bir yerde yaşıyoruz. Yalnız eskisine göre bu durumun daha fazla göze battığı, daha fark edilir olduğu, sonuç olarak da daha az ciddiye alındığı bir haldeyiz.

“Eskisi” derken, benim bire bir hatırlayabildiğim, 80 darbesinin ardından gelen Özal yılları. Türk sağının ata sporu olan aydın düşmanlığı, “entel” kelimesinin kullanım sıklığıyla kendini belli ederken, bunun iki temel sebebi solun kocaman yenilgisi ve sağın ekonomik politikalarına karşı herhangi bir rasyonel itiraza tahammülü olmaması idiyse, bir diğer sebep de “entel” kelimesinin içine hapsedilmesi “caiz” olan yaratıcı kesimin darbeye, yeni durumlara ve zamanın ruhuna tepki vermekte zorlanmasıydı. 12 Mart muhtırasından sonra müziğin, sinemanın, edebiyatın verdiği tepkiyle 12 Eylül sonrasını karşılaştırırsak belki bu kadar söze de gerek kalmaz.

Ne var ki, sol/sosyalist/demokrat çevrelerin hakkını yememek gerekir, onca badireye rağmen kendini eleştirme konusunda boş durmamıştır, hatta bunu bazen yıkıcı boyutlara taşımak pahasına. İşte bu sayede, hayatın sadece siyah ve beyazdan ibaret olmadığını, “karşı taraf”ın haklı, bizim tarafın da hatalı olabileceğini, popüler olmanın illa kötü, popüler olmamanın da illa iyi bir şey olmadığını hep beraber öğrenmeye başladık.

Yine bu sayede, kendini belli bir izleyici/dinleyici kitlesiyle sınırlamayan, politik ayrımları aşabilen bir sanatsal tavrın da mümkün olduğunu idrak ettik. Bir siyasetçinin asla ulaşamayacağı yerlere bir şarkının, bir filmin ulaşabildiğini gördük.

Bir şey daha gördük ama: medyanın (ve giderek sosyal medyanın) evrimi ve teknolojik gelişmeler sonucunda, artık bir şeyler üretmek teknik ve maddi olarak eskisinden çok daha zahmetsiz hale geldi. Ve eskiden sesini duyurması hayal bile edilemeyecek nice değerli sanatçı ortaya çıkarken, doğal olarak, hiç de parlak olmayan ürünler de benzer yolları kullanarak üreticilerinin hayal bile edemeyecekleri yerleri işgal ettiler.

Bu işgale çoğunlukla yeteneğin önüne geçen bir hırs, devasa bir özgüven, yer yer gem vurulamayan bir kabalık ve tribünlere oynamanın konforu da eşlik etti.

Fakat tribünlere oynamanın şöyle bir sıkıntısı var: birilerinin ne duymak istediğini hesap ederek adım atmaya alışırsa insan, dünyanın en özgürlükçü cümleleri bile ağzına yakışmıyor. Ezbere söylenince “ezber bozmak” yine ezber, özeleştirinin kıyısından geçmeden söylenince “eleştiri” bir tekerleme oluyor; hakiki olmadığın yüz kilometre öteden anlaşılırken “hakiki olmaya davet” kötü bir karikatürden öteye gidemiyor.

Kış Uykusu’nun başka bir sahnesinde de Nihal şöyle diyor: “Dediklerimden bir şey anlaşıldı mı ondan bile emin değilim. Ama artık aynı çatı altında olsak da yollarımız ayrıldı”.

Doğrusu ben de emin değilim, her şeyden hep emin olanların konforunu bazen kıskansam da.