Dönüş yolunda hava kararmaya yüz tutmuştu. Sırt çantasını koltuğun altındaki boşluğa yerleştirdi, çantasını dizlerinin üzerine koydu. Alnından şakaklarına süzülen ter damlalarına dokunmadı, birazdan buz gibi olacaktı nasılsa ortalık

Yollar kapalı

Nalan Arman

Kadın, nicedir sevdiği erkeği görmek üzere yaşadığı deniz kentinden yola çıktığında yazın tam ortasıydı. Altı saat sonra ulaşacağı yerde sadece iki gün kalacaktı.

Sabah erkenden uyanması, göğsünde ve karnında bir karıncalanmayla hazırlanmaya çalışması, evdekiler için yiyecek bir şeyler ayarlaması gerekmişti. Evden hızla çıktı, soluk soluğa yürümeye başladı; vakit kaybetmemek için ara sokaklara daldı, servisi uzaktan gördüğünde adımlarını sıklaştırdı, ne yazık ki caddeye birkaç metre kaldığında araç uzaklaşmaya başlamıştı bile.

Tramvaya bindiğinde, daha hızlı yürüseydim keşke, diye düşündü; evden biraz daha erken çıkmalıydı biliyordu ama zamanı ayarlamayı bir türlü beceremiyordu işte. Eviyle terminal arasındaki uzaklık düşünüldüğünde servisi kaçırması tam bir felaketti.

Elini kolunu sallaya sallaya bindiği tramvay kısa sürede kalabalıklaştı. Şehrin bu yeni sâkini kırk beş gün bedelsiz taşıyacaktı yolcularını çünkü. Genç bir erkekle aynı yaşlarda bir kadın ilişti gözüne biraz sonra. İki vagonun birleştiği bölümde kitaplarını kucaklarına açıp yere oturuvermişlerdi. Yanında oturan adam kınayan gözlerle baktı gençlere, ardından kadının bakışlarını aradı; kadın bu karanlık yüzlü adamla bir anlaşmaya varamazdı, çabucak başını çevirdi. Tramvayın içi çocuk sesleriyle dolduğu sırada kadın elindeki şiir kitabının sayfaları arasında gidip geliyor, dikkatini çeken dizeleri işaretliyordu. Çocuklar anlamadığı bir dilde bağırıp çağırıyorlardı; dikkat kesildi, kavga mı ediyorlar acaba, diye düşündü. Hayır, yanılmıştı; şehir turu atabilmenin coşkusu vardı bu seslerde. Oradan buradan uyarı sözleri yükselmeye başladı. Yan koltuktaki adam, bunları da savaşa göndermek lazım, diye sayıkladı kendi kendine. Kadın o anda başını çevirdi; eli ve yüzü gibi üzerindeki koyu mavi tişörtü de yol yol siyahlaşmış çocukla göz göze geldi. Gülümsediler birbirlerine; çocuğun bir süredir tedirginleşen bakışları sakinleşti, arkadaşlarının yanından ayrılıp kadının yanı başına geldi, yol boyunca oradan ayrılmadı.

Bir buçuk saat sonra terminaldeydi. Deniz boyunca seyrederlerken zihni karmakarışıktı; bir şeyler düşünmeye çabalıyordu ama olacak gibi değildi. Deniz bir yerde bitip otobüs içlere doğru ilerlemeye başladığında pek de sevimli olmayan manzaradan uzaklaşmak için bir şeyler okumaya karar verdi. Elindeki metin Odysseus’un Phaiak’a kaçışını anlatıyordu. Kendini zorlayarak birkaç cümle okudu. Odysseus, yüzerek Phaiakların iline çıkmayı başardığında çıplak ve bitkindi; son gücüyle kendini korunaklı bir yere atmıştı. Ertesi sabah bir yığın yaprak arasında seslere uyandığı zaman Phaiakların kralının kızı Nausicaa’yı görmüştü. Kadın, kitabı kucağına bıraktığında sevdiği adamla karşılaşma anlarını hatırlamaya çalıştı; birkaç yıl önceki buluşmalarını değil ama yıllar önceki karşılaşmalarını. Emin olamıyordu hatırladıklarından, gerçek olayların unutulabildiğini, asla yaşanmamış olanların da anılara karışabildiğini biliyordu artık.
Ön koltukta oturan çift, küçük kızlarını ortalarına almış, onunla mırıl mırıl bir şeyler konuşuyordu. Çevrelerindeki insanların farkında değilmiş gibiydiler. Bu kadınla bu adam birbirlerini seviyor mu hâlâ, diye düşündü kadın. Aynı evde yaşarlarken özlemle sarılabiliyorlar mı birbirlerine? Böyle olabileceği ihtimali içinde bir yeri acıttı; aklından geçenlere inanamadı ardından, ayıpladı kendisini. Sonra içinin titrediğini hissetti, otobüsün soğutucusundan olmalıydı. İnsanın içi dışı buz kesene kadar açıyorlardı klimayı. Çantasında taşıdığı ince triko hırkasını giydi, şalını rulo yaparak ensesine yerleştirdi. Bu şekilde okumaya devam edebilirdi belki.

Nausicaa, Odysseus’la bir aşk yaşamamıştı belki; ama korunmasızken sevecenlikle ona ellerini uzatmıştı. Sonrasında Nausicaa’nın neler hissetmiş olabileceğini düşündü. Yaşanabilecekken yitirilmiş aşkların burukluğunu biliyordu. Onun da doyasıya yaşayamadığı bir aşktan kalanlar içinde bir yerlerdeydi yıllar boyu. Birkaç yaz önceki buluşmalarından sonra ise sürekli bir sarhoşluğun içinde gibiydi. Yeniyetmeler gibi çalan her telefona atılıyor; heyecanlar, korkular, üzüntüler yaşıyordu. Neye uğradığını şaşırtan bu halin verdiklerini hiçbir şeye değişemeyeceğinin de farkındaydı.
Artık aşinası olduğu kente vardıklarında neredeyse akşam olmuştu. Sırt çantasına sığdırabildikleri ve elindeki çantanın içindekiler biraz ağır gelse de bir süre yürüdü. Bu seferki buluşma da ilk kavuşma anı gibi oldu. Geç saatlere kadar birlikteydiler; sonra onu evine uğurladı kadın. İçindeki bütün coşku yakıcı ve huzursuz bir duyguya dönüşmüştü; göğsünün daralması, soluk alış verişlerinin düzensizleşmesi bundandı. Uykuya daldığında vakit gece yarısını çoktan geçmişti.

Uyandığında telefondaki mesajı gördü, biraz gecikecekti adam, o kahvaltısını yapıp biraz gezip dolaşsındı. Öyle de yaptı; uzun uzun yürüdü, büyüklü küçüklü dükkanlara girdi, çıktı; bazılarından ufak tefek bir şeyler bile aldı. Nasılsa ertesi gün dönecekti, birlikte geçirecekleri uzun saatleri vardı daha. Odaya döndüğünde bir süre yatağa boylu boyunca uzandı, belki de bu yaz herkesin talihinin değişmeye yüz tuttuğu bir dönem olabilirdi. Annesi iyileşebilirdi belki, işleri yoluna girebilirdi, her şeyi bırakıp ona gelir miydi peki adam?

Kapı çaldığında çoktan duş almış, beyaz keten elbisesini giymişti. Yüreği ağzında karşıladı adamı. Nasıl, bugün çok kalamayacağını mı söylüyordu? Böyle mi diyordu gerçekten? Gözlerini kısarak kirpiklerinin arasından baktı; suçlulukla karışık, anlam veremediği bir şey vardı adamın gözlerinde. Peki, sizin oradaki korulukta dolaşsam sana rastlayabilir miyim, dedi kadın. Bu akşam evde kalacaktı adam, karşılaşmaları imkansızdı.

Dönüş yolunda hava kararmaya yüz tutmuştu. Sırt çantasını koltuğun altındaki boşluğa yerleştirdi, çantasını dizlerinin üzerine koydu. Alnından şakaklarına süzülen ter damlalarına dokunmadı, birazdan buz gibi olacaktı nasılsa ortalık. Bu sefer bir David Constantin öyküsü okuyacaktı. Öykünün son cümleleri takıldı gözüne. “Buradaki genç hanım, şartlar uygun olsa onunla seve seve evleneceğini itiraf etti ama adamın kendi memleketinde zaten bir karısı vardı. Bu yüzden, onu gemiyle ülkesine götürdüler.”