Olimpos’tan Assos’a geçtim. Daha az nemli, aynı sıcak. Buraya ilk geldiğim günü hatırladım, şair bir arkadaşla. Geceydi vardığımızda ve uyku tulumları içinde uyumuştuk, o gece çok yıldız kaymıştı. Muhtemelen bir meteor yağmuruna denk gelmiştik. İstanbul’da görülmüyor kayan yıldızlar. Neden etkiler insanı bu gökyüzü olayı? Hiçbir şeyin mutlak olarak var olamayacağına dair bir işaret olduğu için mi? Yoksa ân’a tanık olmakla ilgili mi? Yaşanılan her saniyenin kıymetini hatırlattığı için belki de...

Ân’ı yaşamak, tatilin temel meselelerinden biri olsa gerek. Yetiştirilmesi gereken bir iş ve yetişilmesi gereken bir zaman olmadan yaşamak... Ân’ı yaşamak denilince de sanki hep zevk alınan bir aktivite gibi düşünülür. Dürtüsel olmak, o an canın ne istiyorsa onu yapmak...

Rainer Funk’ın ‘Ben ve Biz’ adlı kitabında yazdığı, ‘varolmak’la ‘beceri’nin tarihsel açıdan eşit olmadığı ve tarihin beceri lehine çalıştığına dair sözlerini hatırladım. Teknolojideki gelişme beceriyle ilgiliydi, benzer bir gelişme varolma durumunda yaşanmamıştı, hatta daha da tersine gitmişti pek çok şey. Ân’ı yaşamak, dürtüler ya da arzulardan çok varolmayla ilgili bir meseleymiş gibi geliyor bana.

Sanırım ân’ı yaşamanın en iyi görülebileceği yer aşk... Her zaman gittiğin bir pastane, âşık olduğun kişiyle gittiğinde büyülü bir mekâna dönüşebiliyor, yaşadığın her saniye güzel bir filmin en güzel sahnesine aitmiş gibi gelebiliyor. Badiou, bu durumu, insanın kendisinden öteye, özseverliğinden öteye geçmesi ve bu sayede ötekini olduğu haliyle kendisiyle birlikte var etmesi olarak açıklıyor.

Seks, daha çok ‘yapma’yla, aşk da ‘olma’yla ilgili bir durum olsa gerek. Aslında seks de ‘olma’yla, bedenlerin birbirine karışmasındaki o büyülü anla yaşanan, yaşanabilecek bir şey olsa da, yaygın olan ‘yapma’ya yönelik. Badiou, Lacan’ın aşkı, cinselliğin eksikliğini gideren şey olarak tanımlayışını ele alıyor ‘Aşka Övgü’ kitabında: “Cinsellik birleştirmez, ayırır. Çıp­lak olmanız, ötekinin bedenine yapışmanız bir imgedir, düşsel bir tasarımdır.

Gerçekteyse, zevk sizi ötekinden uzaklara, çok uzaklara götürür. Gerçek özseverdir, arada­ki bağ düşseldir.” Badiou, seksin ardından oluşan boşluk duygusundan bahsederken, aşkın tam da o boşluğu doldurduğuna değinir. Cinsel arzu, ‘öteki’ndeki bir organı fetişleştirmeye yönelirken, aşk doğrudan ötekinin soyut ve somut bütünsel varlığına yönelir. İki insanın birbirine sarılıp uyumasındaki sevecenliği düşününce....

Assos’ta insan ister istemez felsefe yapmaya yöneliyor, Aristo’dan bu yana taşına toprağına sinen bir şeyler olmalı. Zeytin ağaçlarının altında oturup denizi ve uzaklardaki adaları izlerken, Turgut Uyar’ın “İşte o zaman bütün aşklar bütün bulutlar geçecek aklından” dizesi geliyor aklıma.

İlk aşkına yıllar sonra yeniden kavuşan Badiou’nun şu sözleri, aşkın ‘olma’yla ilişkisine işaret eder: “Sevdiğim kadının omzuna yaslanıp, örneğin dağlık bir bölgede akşamın dinginliğini, sarılı yeşilli çayırı, ağaçla­rın gölgesini, çitlerin ardında kımıldamadan duran kara somaklı koyunları ve kayalıkların arkasında yiten güneşi görüyorsam ve onun yüzü aracılığıyla değil de şu haliyle, dünyanın içinde sevdiğim kadının da aynı dünyayı gör­düğünü, bu özdeşliğin dünyanın parçası olduğunu ve aşkın tam o anda özdeş bir farkın çelişkisi olduğunu bili­yorsam, işte o zaman aşk vardır ve daha da var olacağına ilişkin umut verir.”

Tatilde değil, yollarda olmak her zaman...