Talan siyaseti aslında dünya çapında geçerli olmuştur ve esas olarak sermaye düzeninin ve onun neoliberal düzenleme rejiminin icabı olarak sahneye çıkmıştır.

Yolsuzluk batağında Telekom rezaleti

Oğuz Oyan

Seçimlere gidilirken iktidar blokunun seçim düzenlemelerinde değişikliğe gitmesi bekleniyordu. İki yıldır uğraşıyorlardı. İlk düşünce seçim çevrelerinin daraltılmasıydı ama küçük ortağın kendi aleyhine çalışacak bu öneriyi kabul etmesi mümkün değildi. Şimdi getirilecek sistemin gene küçük partileri vurması, özellikle de Millet İttifakı’nın dört küçük ortağını minder dışına itmesi veya bunların ittifakın lokomotif partilerinin listelerinde kontenjan kapma savaşlarına girerek gerilimlere yol açması iktidarın beklentilerindendir.


Bu ve benzeri bu seçim oyunlarının halkın ekonomik ve sosyal sorunlarının önüne geçerek gündemi değiştirmesi beklenemez. Kaldı ki bugünkü yıpranmış iktidarı değiştirme dinamiğinin iyice yükseldiği bir siyasi konjonktürde bunların iktidarın istediği sonuçlara ulaşabileceğini de sanmıyoruz.

Asıl mesele

Ama asıl mesele şu: AKP/Erdoğan rejimi iktidarı bırakmamak için niçin bu denli ısrarcı ve kararlı? İktidarın nimetlerinden kopmamak için mi? İktidarın sağladığı sınırsız otorite kullanma ve dünya çapında oyuncu olma olanaklarından vazgeçememek mi? Yarım kalmış İslamcı-otoriter rejim inşasını tamamlayabilmek için mi? Yoksa yolsuzlukların, ekonomi ve ekonomi-dışı kararlarındaki ağır siyasi sorumluluklarının bedelini ödememek için mi? Ya da bunların hepsi birden mi?

Yanıtı gönül rahatlığıyla “hepsi birden” şıkkını işaretleyerek verebilirsiniz elbette. Ama bunlardan hangisi en kritik önemdedir diye soracak olursanız alacağınız yanıt (d) şıkkı olacaktır. Bu şıkkın içinde dahi çok kapsamlı bir envanter bulacaksınız.

En başa AKP’nin doruğa taşıdığı “özelleştirme” soygunu yazılmalı. Ama o kadarla kalmaz; ayrıca:

Kamu-Özel İşbirliklerini; Yap-İşlet-Devret ve türevlerini; bunların on yıllara uzanan dövize endeksli garantiler yağmasını;

Kamu varlıklarının bağışlanmasını veya yok pahasına satışını/kiralanmasını veya kamuya fahiş bedelle taşınmaz alımını;

İmar düzenlemeleriyle oluşturulan taşınmaz rantlarının yandaşlara peşkeş çekilmesini;

Çarpık faiz kararlarıyla TCMB rezervlerinin haraç mezat satılmasını, Kur Korumalı Mevduat yükünün Hazine’ye taşıtılmasını, yüksek döviz kurlarına neden olarak kamu ekonomisi ile hane halkı ekonomisine büyük yükler bindirilmesini;

2009 Bakanlar Kurulu Kararı’yla döviz geliri olmayan şirketlerin döviz cinsinden borçlanmasına izin verilerek ülke dış borç bağımlılığının azdırılmasını;

İhale Kanunu’nun, istisna hükümleri üzerinden şirket kayırmalarına endeksli olarak uygulanmasını;

İktidarın, Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’na aykırı biçimde keyfi bir bütçe ve borç yönetiminde ısrar etmesini;

Tarım Kanununa aykırı olarak tarıma GSYH’nın en az yüzde 1’inin destek olarak ayrılmamasını; zeytinliklerin, ormanların, verimli tarımsal alanların, düzmece ÇED kararlarıyla sermayenin doyumsuz iştahına teslim edilmesini;

Sağlık ve sosyal yardım hizmetlerinde, pandemi koşullarında bile Anayasa m.2’ye göre sosyal devlet sorumluluğunun yerine getirilmemesini;

Eğitim hizmetlerinin kamusallığını, laik bir temelde verilmesini dikkate almayarak anayasal ve yasal çerçevenin dışına çıkılmasını;

Yargı bağımsızlığına sürekli müdahale edilerek Anayasa’nın çok yönlü olarak ihlal edilmesini;

Gülen Cemaati başta olmak üzere, Anayasa madde 6’ya aykırı olarak egemenliğin tarikatlarla paylaşılmasını;

2015 Haziran-Kasım seçimleri arasında ülkenin terör saldırılarına uğramasına seyirci kalınmasını ve bundan seçim başarısı elde etme hesabının yapılmasını;

Ve benzeri sorumlulukların/sorumsuzlukların, keyfi ve Anayasa dışı tasarrufların ve tüm bunlara eşlik eden yolsuzlukların, sistematik komisyon/rüşvet iddialarının iktidarın önüne yüklü bir fatura olarak konulması gerekir.

Millet İttifakı’nın bugünkü sağa çeken ve kısmen geçmişin sorumluluklarını taşıyan ittifak yapısıyla mümkün olur mu, ayrı mesele. Ama en azından bu alanlara kısmi bir müdahale olacaktır. Bunun daha kapsamlı olabilmesinin mücadelesi verilmelidir ve bu mücadelenin sorumluluğu da daha çok sol hareketlerin omuzlarında olacaktır. Bu mücadele, aynı zamanda, iktidarın yağmacı karakterinin yalnızca 2018 sonrasının -denetim temeli iyice zayıflayan- “Başkancı” rejimiyle sınırlı tutulmasına karşı da verilmek zorunda olacaktır.

yolsuzluk-bataginda-telekom-rezaleti-993605-1.
AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan geçen hafta onlarca kamu mülk ve kurumunun özelleştirilme kararını imzalamıştı.



Özelleştirme yağmasının zemini

Konuyu özelleştirme talanı ile sınırlayarak sürdürürsek, AKP, 2002 sonrasında devraldığı özelleştirme uygulamalarının açık ara şampiyonudur. O kadar ki tüm özelleştirmelerin yüzde 90’ından fazlası AKP döneminin “eseridir”. Dahası, tüm özelleştirmelerin yüzde sekseni 2004-2014 döneminde gerçekleştirilmiştir ki bunun da yarıdan fazlası 2004-2009 dönemini ilgilendirmektedir. Daha da daraltılırsa, TÜPRAŞ, PETKİM, TELEKOM gibi büyük “lokmaların” AKP’nin ilk yıllarında “ikram” edildiği görülür. Demek ki dinci siyasetin acelesi vardır, yağmaya çok hızlı girişmiştir. Dolayısıyla, Altılı İttifak’ın AKP kökenli siyasetçilerinin de vebali yüksektir. (Tüpraş, Petkim vd. özelleştirme yağmaları konusunda bkz: O. Oyan, “Özelleştirme: İlkel Sermaye Birikimi”, Dayanışma Forumu Dergisi, S.2, s.46-52).

Bu talan siyaseti aslında dünya çapında geçerli olmuştur ve esas olarak sermaye düzeninin ve onun neoliberal düzenleme rejiminin icabı olarak sahneye çıkmıştır. Sosyalist mülkiyetin yağmalanması bahsinde ise Sovyetler Birliği’nin bütün eski bileşenleri, şimdilik Belarus hariç, son derece azgın bir talan siyasetinin merkezinde olmuşlardır. Türkiye gibi kamu mülkiyetinin hayli yaygın olduğu bir çevre ülkesinde ise TÜSİAD Başkanı Ali Koçman’ın 1980’li yılların başlarındaki görüşlerinden de iyi bilindiği üzere, büyük sermaye bu tarihlerde henüz büyük kamu işletmelerinin özele devrini düşleyecek aşamaya bile gelememişti. Bunu 1980’lerin ikinci yarısında sermayenin ve Türkiye’nin gündemine sokan, uluslararası sermaye ve onun temsilcileri (IMF/DB) ile Özal iktidarı olmuştu.

21. yüzyılın siyasi yapılanmasına gelince, özelleştirmeler, Cumhuriyet dönemi boyunca iktidarın maddi nimetlerinden uzakta tutulduğundan hareketle kendine bir “mağduriyet” ve “hak” atfeden dinci siyasetin dizginsiz yağmacılığının da bir sonucudur. Bu süreç aynı zamanda dinci siyasetin partileşme sürecinin ekonomik dayanağını oluşturmak, irili ufaklı rantların dağıtım kanalları üzerinden kendi sadık sermaye çevrelerini yaratmak, kendi sömürü ağlarını kurmak bakımından da belirleyici olmuştur.

Özelleştirme uygulamalarının hangi çarpık zeminde yol aldığını Türkiye somutunda teşhis etmek istersek, birçoğu dünya uygulamalarında da görülebilen bu yağma örneklerini şöyle sıralayabiliriz:

En yaygın olarak görülen yağma biçimi, kamu varlıklarının değerinin çok altında satılmasıdır.

Satılan şirketler, büyük mal stoklarıyla devredilmiş, hatta satış öncesinde bu stok düzeyleri artırılmıştır.

Özelleştirilecek şirketlerinin bankalardaki nakit varlıkları satış bedelinin önemli bir bölümünü karşılayabilecek düzeylerdedir.

Bazı durumlarda özelleştirilen şirketin hurda malzemeleri bile alıcı şirketin alış fiyatının üzerinde bedellerle satılabilmiştir (Balıkesir SEKA).
Şirketlerin birkaç yıllık kârı özelleştirme bedeline yakın düzeydedir.

Satış öncesinde kamu şirketlerine büyük iyileştirme yatırımları yapılmıştır.

Personelin kıdem tazminatları genellikle devletçe üstlenilmiştir.

Özelleştirme öncesinde şirketlerin personel yükü emeklilik ve personel kaydırmalarıyla hafifletilmiştir.

Özelleştirme bedelinin kamu bankaları veya hatta Telekom örneğindeki gibi devlet baskısıyla hareket eden özel bankalarca finansmanı sağlanabilmiştir.
Özelleştirme bedelinin uzun vadeli taksitlerle ödenebilmesi imkânları tanınmıştır.

Özelleştirilen sektörde düzenlemeler yapılarak alanın şirket lehine temizlenmesi sağlanmıştır.

Özelleştirmeler gerçekte halkın toplumsal kazanımlarını hedef almaktadır. Özelleştirmeler bu kadar açık bir biçimde kamu varlıklarının talanına dönüşmemiş olsaydı dahi aynı sonuca varılırdı. Çünkü kamu varlıkları tümüyle halkın vergileriyle ve mahrumiyetleriyle (vazgeçilmiş kamu hizmetleriyle) edinilmiş toplumsal mülkiyetlerdir; bir toplumsal mülkiyet kategorisinin yerli/yabancı sermayenin mülkiyetine toplumun rızası alınmadan dönüştürülmesi işlemi olmak bakımından da suçtur. 1994’e kadar KİT’lerin tıpkı kanunla kurulmalarında olduğu gibi kanunla özelleştirilmesi uygulaması yürürlükteyken bundan dönülmesi, bir toplumsal hakkın gaspedilmesi anlamına gelmiştir. Oysa yapılması gereken, kanun yoluyla özelleştirme düzenlemesini de aşan bir halkoylaması yolunun seçilmesi olmalıydı. (Bu konuya daha ayrıntılı olarak değindik: “Özelleştirme Halka Karşı Suçtur”, Sol Gazetesi, 22 Şubat 2022).

Telekom rezaleti

Türk Telekom’un özelleştirilme ve zoraki yeniden devletleştirilme süreci, yukarıda sayılan özelleştirme yağması örneklerinden birçoğunu kapsamış, hatta onları aşan yönleri olmuştur. Alıcı şirketin özel kreditör bankaları dahi dolandırması bunun çarpıcı bir örneğidir. İsterseniz adım adım ilerleyelim:
Türk Telekom’un yüzde 55 hissesi, Lübnanlı Hariri ailesi ile Suudi Telekom Şirketi’nin (STC) ortak şirketi Oger Telecom’un Türkiye’de kurduğu Ojer Telekom AŞ’ye (OTAŞ) Kasım 2005’te 6,55 milyar dolara 21 yıllığına devredildi.

Bu satışa karşı birçok dava açıldı. Harb-İş Sendikası’nın açtığı dava Danıştay’da oybirliğiyle reddedildi.

Ojer şirketi, 1,4 milyar dolarlık ilk peşinatı ödedikten sonra 600 milyar dolarlık ilk taksidi de ödeyip kalan 4 taksidi ödemedi.

Devir sözleşmesine göre Telekom hisselerinin ipotek edilemeyecek olmasına, üstelik Danıştay’ın da bu yönde karar vermesine karşın, Ojer şirketi Türk Telekom hisselerinin ipoteği üzerinden bankalardan kredi kullanma talebini sürdürdü ve sonunda iktidarın arka çıkmasıyla bu krediye kavuştu: 2013’te 4,75 milyar dolarlık kredi sağladı; bunun 3,2 milyarı üç büyük yerli özel bankaya aitti.

Ancak sağladığı bu krediyle ne kalan dört taksidi ödedi ne de bankalara olan borcunu ödemeye başladı. Bankalar 2015 yılında gene siyasetin tepelerinden ve BDDK’den gelen baskılarla bu 4,75 milyarlık borcu da yeniden yapılandırdılar.

Aslında Ojer şirketi borç taksitlerini hiç banka kredisi çekmeden şirket kârları üzerinden ödeme gücüne sahipti. Türk Telekom 2005-2015 arasında 14 milyar dolar kâr elde etmişti. Ancak yabancı şirket, kârların ortaklara temettü olarak dağıtılmasını tercih etti. Ojer şirketi hisselerine düşen kâr payı, tüm özelleştirme bedelini fazlasıyla ödemeye yeterliydi.

Ojer şirketi bu arada Türk Telekom’un stoklarındaki tonlarca bakır kabloyu sattı, çok sayıda değerli taşınmazını da paraya çevirdi.

Buna karşılık üzerine düşen altyapı yatırımlarını yapmadı.

Bütün bu rezaletlerden sonra Ojer Telekom Şirketi Türk Telekom’daki yüzde 55 hissesini bankaların kurduğu LYY şirketine devrederek Türkiye’den çekildi.
Şimdi de, başında Erdoğan’ın bulunduğu Türkiye Varlık Fonu, LYY şirketinden bu yüzde 55’lik hisseyi 2022’de 1,65 milyar dolara satın almış bulunmakta. Peki, ama zaten 2026’da devlete geçecek olan bu hisseler için bu ödeme neden yapıldı? Muhtemelen 2013’ten itibaren zarar yazan bir kredi operasyonunun bankalara yükünü azaltmak için. Bankalar eğer bu süreçte hiç kredi geri ödemesi almadılarsa, 4,75- 1,65 hesabıyla 3,1 milyar dolar zarar yazmış olabilirler. Bankalara yapılan bu devlet “kıyağının”, aslında onlar üzerinde Saray’ın ve onun emrindeki BDDK’nin kurduğu baskıyı kısmen telafi amacını taşıdığı ileri sürülebilir. Hatta bu “bankaları rahatlatma” operasyonunu başkalarının da izlemesi beklenebilir. İyi de TVF’nin kendi kaynakları olmadığı bilindiğine göre sonunda asıl faturayı ödeyecek olan Hazine ve onu vergileriyle finanse edecek olan halk olmayacak mı? AKP iktidarı 2005’ten beri süren bu yağmacı operasyonun hesabını vermeyecek mi?

Sonuç

2005’te Maliye Bakanı Unakıtan ile Saad Hariri 6 milyar 550 milyon dolarlık dev bir gösteri çekinin arkasında sırıtarak poz veriyorlardı. Belki de bu yalan rüzgârının imalatçıları olarak sırıtmakta haklıydılar. Bu çekin tutarı hiçbir zaman tahsil edilemeyecekti. Üstelik Ojer şirketi çekin tutarından daha fazlasını cebe atacak, Hazine’ye ve bankalara büyük borçlar takarak çekip gidecekti. Olay uluslararası çapta büyük bir soygundu; peki yerli ortakları/işbirlikçileri kimlerdi? Gerçi bu bir sır değil: Telekom ihalesinin Hariri ailesiyle ne tür bir özel muhabbetin sonucuna göre bağlandığına ilişkin görüntüler belleklerden ve arşivlerden silinmedi henüz. Her durumda bu soyguna zemin hazırlayan siyasi sorumluların bir gün mutlaka yargılanmaları gerekecek.

Aslında Türk Telekom hiçbir zaman özelleştirilmemeliydi. Tıpkı elektrik üretim-iletim-dağıtım alanının da devlette kalmasının şart olduğu gibi. İletişim ve enerji alanları hem stratejiktir hem de buralarda kurulu şirketler cesametleri nedeniyle doğal tekel olmaya yatkındır. Ama AKP iktidarı hâlâ TEİAŞ’ın özelleştirilmesini giderayak kotarmak peşinde. TVF’ye aldığı Türk Telekom’u da yarın yeniden haraç mezat satmayacağının garantisi yok. Kendilerinin ve kendilerine yakın yerli/yabancı sermaye şirketlerinin özel çıkarlarını kamu çıkarının üzerinde gören bu anlayışın devlet yönetiminde bir an bile tutulmaması gerekir.