Yakalanmadan önce, minibüse koşarkenki halimiz geliyor gözümün önüne... Doğrulup kalkarken beklediğimiz ranzadan, biliyorduk ki, insanları canlarından, bizi köklerimizden eden o savaşları, lanet savaşları sözde bırakmış ardımızda, yeni bir savaşa doğru yol alıyorduk…

Yolun bu son durağı başka bir hikâyeyi anlatıyor bize

Umut GÜNEŞ

ÇÜNKÜ aslında, bitmedi hâlâ hiçbir şey... En yaşlıları koğuşun, 65-70 yaşlarında bir çift, Suriyeliler, üç kez denemişler “bize haram” dedikleri İstanbul’dan kaçmayı. Her defasında da yakalanıp geri yollanmışlar. Şimdi, yine korku içinde bekliyorlar bu kez ne olacağını, onlara ne yapacaklarını, haftalardır tutuldukları bu koğuşta. Tek tesellileri yan yana olmalarıymış burada. Erkekler koğuşu çok kalabalık diye, evli olanlar, çocukları olanlar buraya alınmış. İkisi de hasta gibi, belki yaşlılığın getirdiği bir şey... Zorlanıyorlar yürürken bile, ağrıları çokmuş ve en azından böyle yan yanayken destek olabiliyorlarmış birbirlerine...

artık yalnızca sese sığınıyoruz
ışıklı geceye.
kime gideceğiz,
hangi sözle anlatacağız acıyı,
hangi dilde bağışlanmayı dileyeceğiz?
bize saf bir başlangıç gerekli
kelimelerin gün doğumunda
ruha bağlandığı bir başlangıç.
bize bir yuvanın şefkati gerekli,
kıyısından geçerken bacası tüten bir ev ki
affetmenin toprağında
sığınılacak bir yurt zannedip
susalım
susalım.

İki rüyada büyümek – Bejan Matur

Koğuşun en genci Saher, 17 yaşında henüz... Cıvıl cıvıl bir kız... Hiç duramıyor sanki yerinde... Ya parmaklıklar ardından polislere laf atıyor, ya da yandaki koğuşun duvarına vurup erkeklere sesleniyor, “biri şarkı söylesin” diye. Suriye Kürtlerindenmiş... Türkiye’de yaşamışlar bir süre onlar da, annesi bir şekilde ulaşmış Almanya’ya ama o kalmış buralarda... Aslında bundan önce iki kez denemiş kaçmayı, ama hep geri yollanmış diğerleri gibi, bu kez tutsaklığı uzun sürdüğü için daha ümitliymiş! Çünkü bu, kampa gönderilmenin bir işareti olabilirmiş, oradan kaçma ihtimali de daha yüksekmiş. Ne kadar kolay geliyor böyle söylenince, ama ne kadar genç aslında... Nasıl bir cesarettir düşmek bu yollara, o yaşta, hem de tek başına!

AYNI DİLİ KONUŞABİLMEK KORUMA KALKANI OLDU

Türkiyeli kadın geliyor aklıma, bizim aramızda da bir tek o, yalnızdı bu yolculukta! Yirmi kişiydik belki, ama yanında seninle aynı dili konuşan birisinin olması bir şekilde başka bir güvendi, hem de bir güç gösterisiydi belki, bir koruma kalkanı gibi bu korkunç yolda... Onun yol boyu, aramızda tek konuşabildiği kişi en çok güvenmemiz gereken, ama aslında en çok güvenmediğimiz kaçakçıydı. Bu kez onu soruyorum eşime, bir şey bilmediğini söylüyor, ama ekliyor, onun, gruptaki herkes nezarete yollandıktan saatler sonra getirildiğini koğuşa. Karakolda kayıtlar tutulurken, bana sordukları gibi, diğer herkese de sormuş polisler, “Kaçakçı bu mu?” diye. Herkes “hayır” demesine rağmen, saatlerce sorgulanmış bu yüzden. Neden? Eşim de bilmiyor! Yalnız, doğumdan sonra herkes “doktor” diye sesleniyordu ona... Bir de biz kaçakçıdan genelde çekindiğimiz için yolla ilgili şeyleri –en çok da “daha ne kadar dere geçeceğiz?” sorusunu- o Iraklı doktor ve Suriyeli kadın aracılığıyla ona soruyorduk. Karakolda da herkes ona doktor demeye ve soru sormaya devam ediyordu, o yüzden şüphelendiler belki. Belki arabada önde, bizden ayrı otururken yakalanması da sorundu! Bir yandan bebeğimi tutup bir yandan da panik halindeki Yunan şoförün kulağına telefonu tutuyordu çünkü– önümüzdeki eskort aracı kaçırmamak için! Üzülsem de bu duruma, hala aramızda olduğu için rahatlıyorum...


Tüm aile dip dibe, diz dizeyken bir ranzada, karmakarışık duygular içinde konuşup düşünürken tüm bu yaşananları, bir polis “İstanbullu?” diye sesleniyor parmaklıklar ardından. (Demek, “İstanbullu” kelimesi de, “kaçakçı” kelimesi gibi ortak kullanılan kelimelerdendi, kim hangi dilde konuşursa konuşsun “kaçakçı” diyordu ya kaçakçı’ya hani, onun gibi). Ve bizi göstererek İngilizce bir şeyler söylüyor Türkiyeli kadına. Bu kez çeviri yapacak kaçakçı yok yanımızda, peki, kim anlatacak ne olduğunu bize? Merakla bakarken Türkiyeli kadına, o, Saher’e Türkçe bir şeyler söylüyor. Saher, yolda bizimle birlikte olan Suriyeli kadına Kurmanci, Suriyeli kadınsa Iraklı bir kadına Arapça çeviriyor söylenilenleri. Ve nihayet Iraklı kadın, bize, Soranice veriyor, tedirginlik içinde beklediğimiz o haberi.

“Hemen toparlanın, kampa gidiyorsunuz!”.

Eşim sevinçle sarılıp bana ayağa fırlıyor oturduğu ranzadan, tüm koğuş ortak oluyor bu sevince... Ne güzel bir haberdi bu... Demek geri yollamayacaklardı bizi... Demek çocuklarımın bu küçücük, bu camı penceresi olmayan, bu duman altı yerde, parmaklıklar arasında daha fazla hapis kalmasına izin vermeyeceklerdi... Kalkıp ben de yerimden, toparlanmaya koyuluyorum eşimle birlikte.

yolun-bu-son-duragi-baska-bir-hikayeyi-anlatiyor-bize-766765-1.
Tüm yol boyunca yaşadıklarımız… Birdik aynı dili konuşamasak da, insandık ve yan yanaydık. Ama yolun bu son durağı, bu kısacık anı başka bir hikâyeyi anlatıyordu aslında bize…

BİZİM İÇİN AÇILIYOR DEMİR PARMAKLIKLAR

Bu arada Türkiyeli kadının da hazırlandığını fark ediyorum. Kadınların oluşturduğu o güzel, dayanışmacı iletişim ağıyla ben soruyorum bu kez, onun neden hazırlandığını... Ne güzel ki o da serbest bırakılıyormuş.

Aldıktan sonra birkaç parça eşyasını, tek tek sarılıp vedalaşıyor herkesle... Bize sıra geldiğinde ise bebeğimizi istiyor önce, sarılıyor ve adını soruyor sonra! Neden peki? Onunla yaşandı ya her şey ve onun yanında konmuştu ya adı hani! Buna rağmen soruyor... Belli ki o da kabullenememiş bizim gibi, o çaresizliğimizde kaçakçının dayattığı ve o an korkuyla ‘tamam’ dediğimiz o ismi! O ismi hiç koymamıştık aslında... “Sozdar”dı bebeğimizin adı!
“Sozdar” diyorum, “Sözünde duran, asil.” Bu kez daha büyük bir sevinçle sarılıyor Sozdar’a, vedalaşıyor bizimle... O yeniden kucaklıyor Dilxoş’la Muhammed’i, Dilxoş ve Muhammed defalarca öpüyor onu ve gidiyor...

“Kimdi bu kadın, onun ne işi vardı bu yollarda?” bilmiyorum. Neredeyse hiç konuşmamıştık, konuşamamıştık aslında, yine de sanki “bir” olmuştuk o korkunç yolculukta onunla. Yalnız, yakalanmadan önce, minibüse koşarken ki halimiz geliyor gözümün önüne... Onu bu anda bizden geride bırakan, beni, henüz doğum yapmışken herkesin önünde ilerleten neydi? Tüm yol boyunca yaşadıklarımız öze dairdi, birdik aynı dili konuşamasak da, insandık ve yan yanaydık. Ama yolun bu son durağı, bu kısacık anı başka bir hikâyeyi anlatıyordu aslında bize.

Onun çıkışının ardından, bu kez, bizim için açılıyor demir parmaklıklar... Doğrulup kalkarken beklediğimiz ranzadan, biliyorduk ki, insanları canlarından, bizi köklerimizden eden o savaşları, lanet savaşları sözde bırakmış ardımızda, yeni bir savaşa doğru yol alıyorduk.