Geçmiş genel kurullardan genellikle yöneticilerini yenileyerek çıkan Eğitim Sen, 28-29 Kasım'da gerçekleşen 11. Genel Kurulunda vaadi sendikayı değiştirmek olan bir grubu yönetimine getirdi. Yeni yönetim, sendikayı mevcut ideolojik dayanaklarından, stratejisinde, örgütlenme biçiminden, kültüründen ve geleneklerinden ayırıp başka bir kulvara taşıma iddiasında.

Vaat edilen değişim iyi mi kötü mü, olumlu mu olumsuz mu olacak; yeni yönetim bunu ne ölçüde başaracak? Bu soruları sezgilerle yanıtlamak mümkün ama doğru değil. Mevcudu ve geçmişi eleştirerek yeni fikirlere yer açmak, arayış içerisindeki kitleleri "yeni" ile ikna etmek kolay. Zor olan geleceğe ilişkin iddiaların sonuçlarını doğru tahlil etmek, gerçekleşmemiş durumlara ilişkin kabulü mümkün görüş beyan etmektir. Neyse ki burada ele alacağımız konuda erken yargıda bulunmamızı sağlayacak epey bir ipucu var, onlara bakarak mantıklı tahminlerde bulunmak mümkün.

Yeni Eğitim Sen yönetiminin, temsil ettikleri öğretmenleri ve Türkiye öğretmen hareketinin tarihsel birikimini taşıyan sendikalarını hangi yöne çekeceği konusuna gelmeden önce buradaki tartışmanın anlaşılmasını kolaylaştıracak kimi bilgileri paylaşmak istiyorum: Üyelerin tamamı olmamakla birlikte, Eğitim Sen'de öğretmenler politik tercihlerine göre kendini bir grupla ilişkilendirir. Yönetim organlarının seçimi gruplar arasında yapılır. Demokratik olmadığı bilinen bu yöntem ve seçim sisteminin neden olacağı muhtemel temsil krizi genellikle grupların mutabakatı ile aşılmaya çalışılır, kendi arzusuyla dışarıda kalma kararı almadığı sürece aşağıdan yukarıya her yönetim organında delege ağırlığına bakılmaksızın grupların temsili sağlanırdı. Eğitim Sen bunu ilginç bir şekilde başarırdı. İlk kez bu kongrede dört büyük grup (Devrimci Sendikal Dayanışma, Emek Hareketi, Sendikal Birlik, Halkevleri) yönetime girmediği gibi seçime de katılmadı. Böylece genel kurul bir grubun (Yurtseverler) inisiyatifinde gerçekleşti ve yönetimi de o grup tayin etmiş oldu.

Konuya tekrar dönüp Eğitim Sen’in geleceğine ilişkin öngörüde bulunalım: Öngörümü (önyargı da diyebilirsiniz) Eğitim Sen ve ertelenen KESK genel kurulu öncesi Yurtseverler grubundan müteşekkil Demokratik Emek Platformunun Eylül 2020'de güncellediği 44 sayfalık kitapçığa dayandıracağım. Kitapçıkta Marx'ın kapitalizm analizi yetersiz ve yanlış bulunuyor ve yeni bir kapitalizm tarifi yapılıyor. "Kapitalist Modernite" olarak kavramsallaştırılan kapitalizm yerine, antikapitalist ve anti Marksist "Üçüncü Yol" işaret ediliyor. Ekonomik ve sosyal örgütlenmesi "Yerel ve Konfederal Komünalizm" olan "Üçüncü Yol"un kavram karşılığı ise "Demokratik Modernite". Ulus devlet, laiklik ve pozitivizm eleştirisi üzerine bina edilen "Üçüncü Yol" veya "Demokratik Modernite" tezi, sınıf sendikacılığına da şiddetle karşı. Doğal olarak emek örgütlenmesine ve mücadele biçimlerine de itiraz var: Bir noktadan sonra söz KESK'e getirilerek emek ve özlük taleplerinin esas alındığı sendikacılık yerine "Toplumu özgürlük ve eşitlik mücadelesinin önemli bir bileşeni olarak yeniden inşa etmek" gerektiğinden söz ediliyor. Bunun için önerilen örgütlenme yöntemi ise Kürt siyasi hareketinin parti ve sivil toplum örgütlenmesindeki gibi her "aktivist"in dahil olacağı "Meclis tipi örgütlenme" ve temsilde eşbaşkanlık. Kitapçıkta öne sürülen görüşlerin teorik dayanağının Abdullah Öcalan'ın "Demokratik Modernite" tezi olduğu gözden kaçmıyor. Zaten metnin bir yerinde, yapılan analizin "Önderliksel ve bilimsel öngörü" olduğu açıkça belirtiliyor.

Abdullah Öcalan, "Demokratik Modernite" tezini, kendisine ve lideri olduğu harekete atfedilen "Marksist", "sosyalist", komünist", "ayrılıkçı", "milliyetçi", "laik" gibi sistem karşıtı sıfatları bagajından boşaltma ihtiyacı duyduğu bir dönemde ortaya attı. Hatta devletle karşılıklı olarak Açılım yarışına girildiği 2010-15 yılları arasında anadilinde eğitim talebinde de ısrarcı olmadığını bildirmişti. Hâlâ böyle mi düşünüyor bilmiyoruz. Demokratik Modernite dergisinin 18. sayısında (Ekim, Kasım, Aralık 2016) Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat başlıklı kitabından özetlenerek kendi adıyla yayınlanan makalesi taraftarlarına ilham kaynağı olmaya devam ettiğine göre fikirlerini revize etmediğini düşünebiliriz. Öcalan, fikir ve eylemlerinin felsefesini şu cümlelerle özetliyor: "Pozitivizmin çokça eleştirdiği din ve metafizik, belki de ondan daha fazla bilime tabii ki başta insani bilimlere yakındır.", ”'Kendini bilme' ile insan merkezci düşünmeyi kastetmiyorum. Kozmos (evren –Ü.Ö-) ve Kaos'un (fiziksel olayların -Ü.Ö-) ancak iç gözlemle, derin deneyimleri dışlamayan sezgilerimizle kavranabileceğini ifade etmek istiyorum.", "Pozitivizmin bilimsellik hükümranlığından kurtulmadan başta ulus devlet olmak üzere hiçbir iktidar hükümranlığından kurtulunmaz. Pozitivizm çağımızın gerçek putçu dinidir."

Demokratik Emek Hareketinin yayımladığı ve Eğitim Sen’in strateji belgesi olması muhtemel “Biz Kazanacağız” başlıklı kitapçığın ilk sayfasında Öcalan’dan özetlenen şu mesajla karşılaşıyorsunuz: "Ekonomik bazda kâr-ücret, sosyal bazda burjuva-proleter kavramsallaştırmaları, kapitalizm tarafından paramparça edilen insanlığın tüm tarihsel birikimini en acımasız ve ince yöntemlerle asimile eden ve sonunda soykırım ve nükleer dehşetle gezegene salan bir sistemi pozitivist tarz bilimselleştirmenin ilk adımlarıdır. Proleter denen unsurun tek başına emeğiyle değer yarattığını, daha sonra bir nevi sahibi olan sermayedarın para ve diğer araçlarının karşılığını bu değerden kâr olarak kopardığını bilimsel bir tespitmiş gibi ileri sürmek, ekonomizm yaklaşımının temelidir. Ekonomik indirgemecilik denen anlayış bu olsa gerekir. Tarih, toplum ve siyasal erkekten bu demli kopuk bir değer tarifinin düşüncesi bile çok problemlidir. Bireyi sermayedar ve işçi olarak tanrısallaştırsak dahi, değeri bu anlayışla oluşturamazlar. Ekonomik değerlerin tarihsel-toplumsal niteliği çok açıktır. İşte bu yüzden temel çelişki; Devletli Uygarlıkla Demokratik Uygarlık Arasındadır" (Vurgular yazarına aittir.)

Alıntıladığım tüm ifadeler, dünya savaşlarının neden ve sonuçları üzerine kafa yoran düşünürlerin modernizm eleştirisinden neoliberal Yeni Dünya Düzeninin felsefesini çıkaran postmodernistlere aittir. Yeni olan "Demokratik Modernite" ise neoliberalizmin toplum, sanat, siyaset, kültür felsefesini yapan postmodernizmin yerelleştirilmiş, Ortadoğu'ya uyarlanmış biçimidir.

Postmodernizm artık solcuların tartışmayıp mücadele ettiği konudur. Bu yazının konusu da siyasi bir belgeyi, o belge üzerinden siyaset yapanları eleştirmek değildir. Amacımız, referansı siyasi bir hareketin teorik ve stratejik yol haritasının çizildiği neoliberal bir siyaset belgesiyle elde kalan son "sol" birkaç yapının da değiştirilip dönüştürülmek istendiğini göstermektir. Eğer bir parti, dernek veya katılımı sizin tercihinize kalmış bir başka oluşumsa sorun yok, o partinin üyesi veya siyasetin parçası olmak istemeyen kendine uygun olan başka bir yolu seçebilir. Fakat üyesi olduğunuz veya üye olmak zorunda kaldığınız, üyeliğinizden alınan güçle siyaset yapılan bir sendika ise herhangi bir mutabakat aranmadan başka bir yola sevk edilmeniz elbette sorun olur.

Özellikle belirtmek isterim ki bu yazı, herhangi bir guruba yakınlık ve uzaklıktan ortaya çıkmadı. Temenni etmediğim, belki de hiç gerçekleşmeyecek bir kaygıyı dile getirmek istedim. Tartışmaya açtığımız metin, bir siyasi hareketin kendisi için belirlediği strateji belgesi olarak kalsa kimsenin kaygılanmasına gerek yoktu. Toplumsal yapıyı analiz ediş biçimine göre mücadele stratejisi belirleme herkesin hakkıdır. Fakat kapitalizmle, emperyalizmle, faşizmle mücadelenin evrensel yol ve kuralları yerine yerel bir problemi çözmek için geliştirilen bir strateji belgesini, önceliği üyelerinin ekonomik ve mesleki; ülkenin laikleşmesi ve demokratikleşmesi olan Eğitim Sen’in politika belgesine dönüştürmeye de kimsenin hakkı yoktur. Umarım, Eğitim Sen üyelerinin arzu etmediği bir değişime zorlanmaz.