Sonunda kendimi otobüsün bedenimi şehre götüren cam kenarında buluyorum; ancak ruhum gelmiyor benimle, o burada kalacakmış; zira o daha hiç dinlenememiş

Yorgun dönülen tatiller

ÖNDER GÖKSAL / @ondergoksal

Şehrin keşmekeşini arkamda bırakmış kendimi serin sulara bırakmak için Ege’nin tatil mekânlarından birinin yolunu tutmuştum. Bütün yıl çalıştıktan sonra ancak bir haftalık dinlenme vaktim vardı. Altı ay taksitle hatırı sayılır bir meblağa bulmuştum bu oteli. Tam pansiyon dedikleri; her şeyin önünüze serildiği cinsten bir yer.

İş stresi ve yoğunluğu bir akarsuyun önüne katıp sürüklediği birer tomruk hâline getiriyor bizi. O tomruk akarsuyun içinde taştan taşa çarpıyor ve her taşta bir parçamız kalıyor. İş hayatının acımasız şartları her biri birbirinden zorlu çağlayanlar olup derin girdaplarına sokuyor bizi. Olabildiğince güçlü bir tomruk olmak elzem. Sonra bir bakmışsınız ki su durulmuş ve denize kavuşmuşsunuz. Tatil o tomruğun denize kavuşmasıdır işte. Sakin bir kıyıya yanaşırsınız ve akarsu boyunca aldığınız yaralarınızı sarmaya çalışırsınız.

İşte bu güzel Ege kasabasında ben bayağı yıpranmış bir tomruk olarak zeytin ağaçlarına bakan penceremde tatilin tadını çıkarıyorum.

Sabah erken kalkıp tatilin bütün nimetlerinden faydalanmak mı yoksa bütün sene hasret kaldığım sabah uykusunu öğlen saatlerine kadar uzatmak mı? İlk sorunsalımla karşı karşıyaydım. Saatin alarmını kuracaktım, eğer alarma yenik düşersem kalkacak; ama galip gelirsem vurup kafayı yatacaktım. Evet tahmin ettiğiniz gibi bütün bir hafta boyunca öğlene kadar vurup kafayı yattım.

Öğleden sonraları kendimi kızgın kumların üzerindeki bir şezlonga teslim etmekten başka seçeneğim yok gibiydi. Döndüğümde ofisteki arkadaşlarımın; ‘Aaa ne güzel yanmışsın şekerim!’ cümlesini duyamayacağımız tatil, tatil değildir. Güneş kremleri, bronzlaştırıcılar, yağlar… sıfır kilometre envai tür şey bunun için alınmış, plaj çantasındaki yerini almıştı. Plajların her bir köşesindeki ayrı ayrı mekânlarda onlarca şezlong dizili ve elbette sere serpe güneşlenmenin bir bedeli var. Denizin, güneşin ve kumun satıldığı bir dünya burası, bedava bir selam verenimiz bile tükendi.

Plajda kendime uygun bir yer arıyorum. Geçmiş senelerde de geldiğim bir yer olmasından dolayı hatırı sayılır bir tenhalık gözüme çarpıyor. Belli ki turistlerin bu sene gelmeyişi esnafı derinden yaralamış. Daha önce yabancı turistleri tercih edip yüzüme bakmayan işletme sahiplerinin ilgileri beni mest ediyor. Her biri cazip tekliflerle önüme dikiliyor. Podyumda yürüyen mankenler gibiyim. Hepsine ‘Sonunda biz bize kaldık ne haber?’ der gibi bakıyorum.

Şöyle daha sakince bir yerde denize yakın bir şezlong beğenip oturuyorum. Hemen şezlongun kenarındaki masada bir fiyat listesi var. Her şey ateş pahası, ama olsun üç liralık şeye on lira verince kendimizi daha değerli hissettiğimiz bir hayata alıştırıldık. Siparişimi vererek daha değerli hissediyorum kendimi. Ayrıca ‘Nasıl olsa senede bir defa yapıyorum’ cümlesini de çoktan kurdum, artık her şey yapabilirim. Bir tatilin en kilit cümlesidir o.

Elimde içeceğim, önümde Ege, hemen sonrasında da Yunan Adaları. Bu adaların ne kadar da yakın olduklarını düşünüyorum. Eminim o kıyılarda oturan biri de şu an buralar için aynı şeyi düşünüyordur. O kıyılara ulaşmaya çalışan ve bu sularda can veren binlerce göçmen gözlerimin önüne geliyor, Ege’nin aynı zamanda büyük bir mezarlık olduğu fikri büyüyor kafamda. Birazdan hayatta kalmak için çırpınılan şu sulara girip serinlemeye çalışacak biriydim işte… Belki bir göçmenin ölümüne sebep olan deniz suyu benim tenimi yalayıp geçecekti. Keyfim kaçıyor… Kimilerinin acısı olan şeyler bazılarımızın da mutluluğu oluyor.

İşte bol sıfırlı siparişim de geldi. Garsonun ilgi ve alakası beni şaşırtıyor, işleri gerçekten durgun olmalı. Turist olmayışından dem vuruyorum, yarasını deşmiş olmalıyım ki başlıyor dert yanmaya. Turist varken yüzümüze bakılmayan biz; turist olmadığında dert dinleyen en iyi dost oluyoruz. “Konuş birader konuş, ben hep dinlerim seni!”

Garson içini döküp gidiyor. Telefonumu çıkarıyorum, sosyal medyaya girip arkadaşlarımın paylaştığı fotoğraflara bakıyorum. Sofralar, aşklar, parmak arası terlikler, dudak büzüştürenler… Herkesin her daim mutlu olduğu tek yer. Neyim eksik ki, denizi alıyorum arkama ve öz çekim çubuğunu kullanarak ben de çekiyorum bir tane. Teknolojinin gözünü seveyim; "Bir fotoğrafımı çekebilir misiniz?” türünden gereksiz(!) sosyalleşmeleri de çekti aldı hayatımızdan.

Bir hafta böyle akıp gidiyor. Deniz, kum, güneş, yemekler, içkiler, gece geç yatmalar, öğlene kadar uyumalar, tekne turları, diskolar, sohbetler, bronzlaştırıcılar… Tatilin sonuna geldikçe yelkovan ve akrebe iki ip atıp duvara sabitleyesim geliyor, ama nafile. Bence tatillerin son günleri, idam gününe yaklaşan bir mahkûmun psikolojisiyle eş değerde.

Sonunda kendimi otobüsün bedenimi şehre götüren cam kenarında buluyorum; ancak ruhum gelmiyor benimle, o burada kalacakmış; zira o daha hiç dinlenememiş. Gittiğimiz yerlerden şehre yorgun dönen tatilcileriz. Biliyorum o kadar fazlayız ki… Sesinizi her yerden duyar gibiyim.

İşte bütün bir sene çalışacağım soluk renkteki bina karşımda. Kapıdan içeri giriyorum. Arkadaşlarım sahte gülüşleriyle karşılıyor beni… ‘Aaaa şekerim ne güzel yanmışsın.’