Yorgun mermi

NESLİ ZAĞLI

“Herkes gibi günlük sevinçlerin heyecanların akışına kapılıp gidemez miyim?

Neden olaylar benim üzerimde silinmez izler bırakıyor?”

Bu sene benim için yeni yıl heyecanımı canlandırmak da, senenin ilk haftasına denk gelen doğum günüm için enerji bulmak da pek kolay olmadı. Artık 43 yaşına girmiş bir kadın olarak düşündüm bunun tek nedeni acaba pandemiyle beraber gelen izolasyon ve tükenmişlik miydi? Bu elbette bir etkendi ama üstüne düşününce anladım ki, bu ruhsal yorgunluğumun sebebi dönemlik değildi. Ve yine farkettim ki benim kendi sakin ve stabil özel yaşantım akıp giderken beni her gün damla damla eriten şey, içinde yaşadığım bu ülkeydi. Yine geçen hafta gencecik bir kızın “yorgun bir maganda kurşunuyla” öldüğü haberini okudum. Meğer havaya ateş açıldığında hedef gözetmeksizin sürüklenen ve rastgele birisine saplanan mermiye “yorgun mermi” denirmiş. Bilmiyordum ve aslına bakarsanız bilmek de istemezdim. Ama beni öyle etkiledi ki… “Evet”, dedim işte biz bu ülkede hedef alınmayacak kadar şanslı isek, havaya saçılmış kurşunların talihsiz hedefiyiz. Fiziksel olarak olmasa da ruhsal olarak. Öyle ya biz, karşı çıkma oranı üzerinden hesaplandığında, en yüksek sayıda teröristi barındıran ülkeyiz. Biz erke tapmayanı ilk fırsat bulduğunda çıplak arayan, işkenceyle sorgulayan, zindanlarda susturan ülkeyiz. Biz yorgun mermilerin arasından sıyrılıp insanca yaşamanın yolunu, yordamını hatırlamaya çalışan bir ülkeyiz.

Elbette ülkeye dair tüm iç bulantım, kaygılarım ve yürek çarpıntım 2021 itibari ile malum olmadı bana. Aslına bakarsanız ülke gündemiyle günlük dozlar halinde zehirleniyorum. Bu kadar acı çeke çeke bu gündemi takip etmeyi biraz mazoşistçe, çokça obsesifçe buluyorum. Obsesifçe olan tarafı şu; sanki ben ne olup bittiğinden haberdar olmazsam herşey rayından çıkacakmış gibi hissediyorum. Bu biraz da sanrısal bir belirti öyle değil mi? İnanın ben böyle değildim. Hatta emin olun oldukça apolitik bir gençlik de yaşadım. Düşünün ki ODTÜ gibi kafası biraz çalışan herkesin belli bir sol örgütlenme içinde olduğu bir yerde bir iki küçük yemekhane eylemi dışında solculuk yapmadım. Neticede o yemekhanede hiç yemek yemiyordum ve bu bile benim gibi İzmirli bir beyaz Türk için fena bir duruş sayılmazdı. Şuna eminim ki son 20 yılımızı zapteden bu iktidar başta olsaydı kendime mutlaka bir fraksiyon bulur sokulur ve isyanımı haykırırdım. Çünkü o isyan, o öfke içimde şu yaşımda öyle çok büyüyor ki, yaşımdan başımdan mesleğimden utanmasam cama çıkıp haykıracağım.

İktidarın yalanına, talanına, bağnazlığına, akıl, bilim, hukuk dışılığına koca koca yetişkinler olarak isyan etme şansı bulalı yedi yıl olmuş bile. Evet evet, kurumuş bedenlerimize can suyu gibi gelen, yeşillendiren, çiçeklendiren Gezi Direnişi'ni kastediyorum. Yaşadığımız ruhsal zulüm karşısında tek yürek ve tek ses olabildiğimiz, birbirimizin seslerini duyabildiğimiz, ötekileştirmelere meydan okuduğumuz biricik halk masalımız, rüyamız. Ne kadar da iyi gelmişti hepimize, samimiyetiyle mizahıyla. Ama işte onu da bize çok gördüler, o bahar çok çocuk öldürdüler. Acımızı ve kursağımızı örttük ayağımızı sürüye sürüye devam ettik bir ukteyle. Erk sahibi yargıladı, erk sahibi hedef gösterdi, emir verdi, hüküm verdi ama bir tek gün bile unutamadı. Hem bilirsiniz insan kabus görecekse 1000 odalı sarayda da görecektir. Keşke diyorum iyiliğe, güzelliiğe, doğruluğa inanan bizler o korkulu rüyalardan muaf olsaydık. Ama belli ki onların başı kabustan kurtulmadıkça bize de musallat oluyor huzursuz uykular.

HARAMİLERİN SALTANATI

Bizim huzursuzluğumuz yoksunluktan ve yoksulluktan. Ülkenin yarısından fazlasının yoksulluk sınırı altında yaşadığını bilirken, “Yoksulluk bir sorun olmaktan çıktı” diyen haramilerin saltanatında yaşıyoruz. İşlerine gelen her rakamla oynuyorlar; enflasyon rakamları, işsizlik rakamları… Sosyal medyayı açtığınızda üniversite mezunu ve ne iş olsa yaparım noktasına çekilmiş insanların yakarışlarını duyuyorsunuz. Her alışveriş yaptığımda poşetlere bakıyorum inanır mısınız, bunu benden başka kimler alabiliyor diye. Bu sızıyı yaşayan tek kişi olmadığımı, insanların başkalarını düşünmekten geri kalmadığını, ama kimsenin elinden bir şey gelmediğine körü körü inandırıldığımıza eminim. Herkesin artık ezbere bildiği Maslow’un o meşhur piramidinde yeme, içme, barınma temel değil midir? Bu ülke için asgari ücret en büyük faşizmdir. Peki ya güvenlik? Tacizin, tecavüzün, şiddetin, cinayetlerin, intiharların bu kadar hortladığı bu kadar pervasızlaştığı bir tek dönemi daha var mı bu ülkenin? Sendeki duyarlılık da biraz patolojikmiş diye düşününler varsa kusura bakmasın ama telefonu elime aldığımda aynı sayfada üç kadın cinayeti görünce, güne esneme hareketleriyle başlayamıyorum. Aslına bakarsanız ben bu ülkede kendi yeşil kasalarını tıka basa doldurmak uğruna kadını, işçiyi, sağlık çalışanını, doğayı, hayvanı peşkeş çeken erk sahiplerinin vahşi egemenliğini tümüyle reddediyorum. Artık bir rutin haline gelen bu haksızlık ve usulsüzlüklere ek olarak şefafflıktan tamamen uzak, sayısı aşısı şaibeli pandemi dönemi ekranımı tamamen kararttı. Binlerce kayıp için yas tutarken bir yandan da tükenircesine çalışan sağlıkçıların heba oluşuna tanık olduk. Bunun üzerine gelen İzmir depreminin acısı ise bu ülkede rantın her daim insan canından ve sağlığından önce geleceğinin bir örneği daha oldu. Bense bu ülkede yaşamak zorunda kalan bahtsız insanlarla çalışıyor ve günlük akışı olanca normalliğinde sürdürmekten başka bir şey yapamıyorum.

Yeni yaşımla en az yirmi yaş daha yaşlı ve yorgun hissetmemin sebebi bu ülkedir. Her gün duyduğum her türlü haksızlık ve gammazlıkla biraz daha kırılganlaşıyorum. Başta ailem ve sevdiklerim olmak üzere danışanlarıma, yardımcı olmaya çalıştığım tüm insanlara karşı sorumluyum. Bu nedenle bazı günler ülke gündemiyle un ufak hissetsem de silkelenip aynada kendime çekidüzen veriyorum. Umut bedavadan giyinilen bir giysi değil, çabalamak gerekir. Bu yazıyı okuyan sizlerin de bu ülkede yel değirmenlerine karşı Don Kişot'luk yapabildiğini duymaya ihtiyacım var. Herkesin karnının insanca doyduğu, barındığı, eşit ve adil muamele gördüğü, kabuslarla uyuyup uyanmadığı, insanca yaşayıp insanca ürettiği bir memleketi hayal etmek istiyorum. Bu düzenden canı yanan herkesin tek yürek, tek ses olabileceği bir geleceğe inanmak istiyorum. Tıpkı şiirdeki gibi:

“Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya/Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya/Anamız çay demliyor ya güzel günlere/Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa/Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız/Bu böyle gidecek demek değil bu işler/Biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz/Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını/İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.”