Yorgun şehirler, genelde savaşta tahrip edilmiş kentlerin ahvalini anlatmak üzere kullanılmıştır. Bombalanan tarihsel-kültürel mekânlar, yıkılan eski kent merkezleri ve bu manzara arasında tutunmaya çalışan toplumsal grupların öyküsünü vurgulayan bir ifadedir. II. Dünya savaşı yıllarında Avrupa’dan Japonya’ya kadar türlü saldırılara; özellikle bombalara maruz kalmış pek çok şehir bu literatürün örnekleri olarak anılmışlardır. Elbette izleyen yıllarda da yorgun şehir örnekleri görülmüştür. Saraybosna 1990’lı yıllarda en bilinen örneklerden biridir. 21. yüzyılda ise UNESCO Dünya kültür mirası listesinde bulunan Halep, Palmira ve Busra başta olmak üzere hemen her coğrafyadan pek çok şehir savaşın yıkıcı etkisini tecrübe etmişlerdir. Bütün bu örnekleri anlatmak üzere bazen hayalet şehirler ifadesinin kullanıldığı da anımsanacaktır.

Yorgun Şehirler, başka bir kentsel deneyimi ifade etmek üzere de kullanılmaktadır. Mastercard ve Boğaziçi Üniversitesi’nin 2011’de birlikte yaptıkları Türkiye’nin Şehirleri Sürdürülebilirlik Araştırması bunun bir örneğidir. Şehirleri, iktisadi, sosyal ve çevresel boyutta değerlendiren araştırma, iş dünyasının, örneğin İstanbul’un hem o günkü durumundan hem de gelecek yıllarda sergileyeceği performanstan pek umutlu olmadığını ortaya koymuştur. Aynı şekilde Ankara’da ticaret yapanların da şehrin ekonomik geleceğine dair umutsuz oldukları ve kenti yatırımcılar için artık bir cazibe merkezi olarak düşünmediklerini ortaya çıkarmıştır. 2015 yılında yapılan bir başka araştırmada ise çalışma hayatı, sanayileşme, altyapı, ulaşım ve nüfus yoğunluğu gibi birçok yükü sırtlayan İstanbul, Ankara ve İzmir artık birer yorgun dev olarak nitelenmiştir.

Şehirsel yorgunluk aslında sadece mekânın taşıdığı fiziksel yüke değil, içinde yaşayan nüfusun duygularına da sirayet etmektedir. Ayfer Tunç, Memleket Hikâyelerinde bu kadar çirkinleşen ve kimliğini kendi elleriyle tahrip eden şehirler bende memleket hissi değil, öfke ve öfkeden yorgun düşünce de acıma ve teessüf hissi uyandırıyor demişti. Mine Alpay Gün de günümüz şehirlerinin başlıca görünümü, orasını burasını yıkıp, azman tapınaklarla, firavun piramitlerle, ruhsuz AVM’lerle doldurulmasına işaret etmek üzere yeni yorgun şehir ifadesini kullanmıştı. Zira şehirler bu tür sebeplerle artık ziyadesi ile yorgundu. Bu duygu kimi zaman doğrudan ülke yöneticileri tarafından da dile getirilmiş; hatta yerel ve merkezi yönetimlerin şehir politikaları ihanet olarak nitelenmişti.

İhanet vurgusu tabii ki doğru bir tespit yapmanın çok ötesinde bir anlama sahiptir. Bu anlam, geçen yıllarda şehirleri, adeta boş yer bırakmamak üzere imara açma politikasının detaylarında gizlidir. Bu durum şehirsel yorgunluğun artık bir adım sonrasına; yani tükenmişliğe işaret eder. Bunu, net şekilde gösteren örneklerden birisi yine İstanbul’dur. TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası verilerine göre 1999’da afet anı ve sonrası toplanma yeri olarak belirlenen 496 alandan bugüne sadece 77’si kalmış; 419’u ise imara açılmıştır. Depremden sonra toplanabilmeyi hayal ettiğimiz o alanlarda şimdi alışveriş merkezleri, oteller vb. bulunmaktadır. Başka bir deyişle ölçüsüz bu yağma nedeniyle afet sonrası toplanma alanları bile tüketilmiştir. Şehir mekânları o kadar tüketilmiştir ki hayatını kaybedenlere mezar yeri bulabilmek bile artık bir sorundur.

Dolayısıyla bugünün şehirlerinin yorgunluğu hem taşıdıkları fiziksel yükleri hem de içindeki nüfusun nefes alanlarının daralmasını anlatıyor. İlave olarak bu fiziksel yük şehirlerde hayatını kaybedenlerin mekânlarını da tüketiyor. Bir bütün olarak bakarsak aslında şehirlerin bir bölümü giderek tükeniyor. Türkiye’de yeni bir toplumsal eğilim olarak şehirleri terk etme çabaları ve araçlarının çoğalması da büyük ölçüde bu durum nedeniyledir.

Özetle fiziksel yoğunluktan kaynaklanan toplumsal yorgunluk hali şehirlerin bugün belki de en önemli sorunudur. İstanbul örneğinde deprem ve Kanal İstanbul, bu sorunun cisimleşmiş halini anlatır. Bu koşullarda Kanal İstanbul ve deprem üzerine bir haber dinlemek bile insanda derin yorgunluk hissi yaratıyor. Gerçekleşmesini tasavvur etmek ise yorgunluktan çok öte, ürkütücü.