Google Play Store
App Store

Kafamda onlarca soru... Yiyip bitiriyor sanki beni! Tek bir botla kaç seferde geçebilir bunca insan karşıya? Ya dönüp bizi almazlarsa, bırakırlarsa o soğuk kör karanlıkta, o bilinmeyen ıssız topraklarda? Ne yapmalıyız?

Yorgun sessizliğimizi kaçakçının sesi bölüyor

UMUT GÜNEŞ

Eşim çok kısa bir an bırakıyor elimi ve çantayı karıştırıyor, her şey vardı aslında çantamızda bebeğimiz için ama nasıl oldu da unutmuştuk ipi! Kadın kaçakçıyı yolluyor diğerlerinin yanına, belki bir şey bulur diye... Sonra Suriyeli kadınlardan biri geliyor, elinde incecik küçük bir parça dikiş ipiyle… Bir parça dikiş ipi, başka bir şey değil! Onunla, o incecik iple, o kalın, o sert, o kaygan göbek bağını bağlıyor... Ve biraz suyla yıkamaya çalışıp diğerlerine veriyor bebeği –giyindirmeleri için. Telefon kapanıyor o arada... Kadınla göz göze geliyoruz. Ben de mutluluk ve minnet var, onun yüzündeyse hafif bir gülümseme... Yine de endişesi okunuyor gözlerinden. Bir yandan ne yapacağını bilemiyor, bir yandan da beni rahatlatmaya çalışıyor, hissediyorum. Konuşamasak da aynı dili, bakışlarımızla destek olup güç vermeye çalışıyoruz birbirimize. Benim kadar, onun da bu güce ihtiyacı var çünkü... Henüz bitmedi ki aslında doğum. “Bebeğin eşi” deriz biz, içimde hala... Ve göbek bağı, hissediyorum, dokuz ay boyunca yavrumu bana kenetleyen o bağı hala bacaklarımın arasında...

Şimdi arındırılması gerekiyor vücudumun, tüm bunlardan... Kadın da biliyor ne yapması gerektiğini de bilmiyor nasıl yapılacağını işte... Bir şeyler soruyor bana. Ama öyle bir haldeyim ki ne cevap verebiliyorum ne de gösterebiliyorum ne yapması gerektiğini. O da telefonu istiyor yine kaçakçıdan, hoparlörü açıyor ve bu kez eşime de tarif ediyor ne yapılacağını, nasıl kuvvetle bastırması gerektiğini gösteriyor karnıma. Bu kez daha çok acı çekiyorum, bıçaklar saplanıyor sanki tüm vücuduma. Eşim karnıma bastıra bastıra iterken içimden bebeğimden kalan tüm parçaları, kadın çekip alıyor her şeyi çıplak elleriyle. Şimdi biraz olsun geçiyor acılarım. Halsiz ama daha iyi hissediyorum kendimi... Geçti gitti her şey –umarım. Umarım, diyorum çünkü bilmiyorum ne kadar yırtılma olduğunu, bilmiyorum ne kadar kan kaybedip kaybetmediğimi, kanamanın devam edip etmeyeceğini...

Üstüne uzandığım yağmurluğun üzerinde şimdi tüm artakalanlar bebeğimden... Bunların içinde kalmış ayaklarımın titremesine engel olamıyorum... Çok üşüyorum...

Çantadan giysilerimi çıkarıyor eşim ve ıslak mendillerle temizlemeye çalışıyor Türkiyeli kadın beni. Sonra kaçakçıyı yolluyor yine, elinde siyah büyük bir çöp torbasıyla geri geliyor kaçakçı, belli ki Afganlardan almış. Hala üzerimde olan yağmurluğumun alt kısımlarını kesip bırakıyor olduğu yerde, -temizlenecek gibi değil zaten, ne doğru düzgün bezimiz, ne de suyumuz var- ve beni, hemen yanıma serdiği poşetin üstüne geçiriyor eşimle. Burada silip her tarafımı, giydiriyor üstümü... Ama başka çorabım yok ki. İlk nehri geçtiğimizde, ilk çamura saplandığımız yerde değiştirmiştim. Tek kalan, doğumda ayağımda olandı ama onu da nasıl akıl edip çıkarabilirdim ki o anda! Hemen yolluyor Dilxoş’u ve kendi çantasını getirtiyor, neyse ki uzun bir çorabı varmış, onu giydiriyor. Bir an daha iyi hissetsem de kendimi, geçmiyor aslında üşümem, bacaklarım titremeye devam ediyor. Bu kez kaçakçı ile Suriyeli kadına bir şeyler sorduruyor, neyse ki onda da kısa da olsa bir tayt varmış. Onu da alıp giydiriyor içime. Şimdi, üşümemin geçmesi kadar, tayt, çamaşırımı biraz daha sıkı tutacağı için de iyi hissediyorum kendimi. Doğumdan sonra çok kanamam oluyor çünkü Dilxoş ve Muhammed’in doğumlarından biliyorum... Ve onca insanın arasında ve o ıslak, soğuk yollarda akmasını istemiyorum kanın bacaklarımdan... Hem kanamak demek halsizlik, dermansızlık demek, belki daha fazla yürüyememek demek! Ama düşünmemeliyim şimdi bunları. Çünkü kucağımda artık bebeğim, müthiş bir ferahlık ve huzurla sarıyorum onu.

Garip bir heyecan yaratmıştı bebeğimiz grupta. Hem sevinç hem de tedirginlik okunuyordu insanların gözlerinden. Afganlar, grubun en sessiz ve en uzak insanları... Onlar hariç herkes gelip gördü bebeğimi. Kaçakçı ise bir adım daha öteye geçti herkesten ve oğlumuza kendi isminin verilmesini istedi! Israrla! O zamana kadar kendisine lakabıyla hitap etmemizi isteyen, ismini bizden sır gibi saklayan o genç adam, birden yenik düştü heyecanına ve söyleyiverdi ismini. “Tamam” dedik, ne diyebilirdik ki başka... Eşim kuran okuyarak fısıldadı ismini kulağına oğlumuzun... Sonra dağıldı herkes. Türkiyeli kadın yanımda yine. Benimse ağrılarım artıyor yeniden... El yordamıyla anlatıyorum derdimi kadına, ağrılarımın çok olduğunu... Belki yanında bir ağrı kesici ilacı vardır umuduyla. O da telefon ediyor yine, yeniden... Neden? Bu koşullarda neyin hassasiyeti bu? Ya da belki tam da bu koşullar içinde olduğumuzdan böyle davranıyordur, kim bilir! Yanlış bir şey yapmaktan, bize bir şey olmasından korkuyor belli ki! Telefonu kapattıktan sonra çantasından bir hap çıkarıp veriyor. Üzerine de bebeğimi emzirirken ben bitik bir halde, bir şeyler yediriyor bana, bu kez Suriyeli kadınla birlikte... Bir parça çikolata, birkaç tane hurma ve bir lokma ekmek. Sonrası... Muhammed ve Dilxoş sürekli öperken kardeşlerini, ben bebeğim koynumda huzurlu bir uykuya dalıyorum...

Ağır ağır ilerliyor zaman... Saatlerdir bu ormanın içinde, ıslak çimenlerde uzanmış güneşin batmasını bekliyoruz. Daha iyiyim, tüm ağrılarıma rağmen! Bebeğim, öyle güzel ki... Umarım dayanırsın bebeğim ve umarım ağlamazsın çok! Duyulmamalı sesimiz! Herkes tedirgin ya işte tam da bu yüzden, biliyorum... Nihayet güneş batmak üzere ve yavaştan yola koyulma vakti yine. Az kalmış olmalıydı yolumuz, öyle demişlerdi... Ama saatler geçtikçe anladık ki büyük bir yalandı bu! Eşim yine kolumda... Sırtındaki çanta daha hafif bu kez. Dilxoş ve Muhammed yine Iraklı gençlerin ellerinden tutmuş, önde ilerliyorlar. Bebeğimizi ise, artık kardeşim, teyzesi dediğimiz Türkiyeli kadın taşıyor. Taşıyor ama yoruluyor bir süre sonra... Kaçakçı ile konuştuğunu görüyorum, biraz da o taşıyor, ama olmuyor, sonra Afganlarla konuşuyor kaçakçı... Ve hiç seslerini çıkarmadan beş adam dönüşümlü taşımaya başlıyorlar bebeğimizi...

Yol bitmiyor... Dağlar, tepeler, dereler, nehirler aşıyoruz... Tırmanıyoruz tepelere ve inmeye çalışıyoruz bayırlardan, yamaçlardan... Bitmiyor... Ağrıdan, yorgunluktan takatim kalmıyor artık. Ama bitmiyor... Ara ara kısa bir süreliğine de olsa dinlenmemize izin veriyor kaçakçı, yine de çok zor işte! Özellikle sulardan geçmeye çalışmak! Bazı yerlerde su çok geniş, ama bir yandan da çok sığ ve sazlarla kaplı, o yüzden botu kullanamıyoruz! Oysa bize yalnızca bir nehri, o da botlarla geçeceğimizi söylemişlerdi. Neyse ki Iraklı genç adamlar bırakmıyorlar çocuklarımın ellerini ve geçerken sulardan kucaklarına alıyorlar onları.

NE KADAR SAKLANMAK ZORUNDA KALDIK, BİLMİYORUM

Bebeğimi taşıyan Afganlarsa her su başına geldiklerinde, onu Türkiyeli kadına veriyorlar. Korkuyorlar, biliyorum! Bir şey olmasından korkuyorlar, belki düşürmekten onu, anlıyorum ama yapamıyorum hiçbir şey... Aynı korku o kadında da var, biliyorum, o ilk yürüyerek geçmek zorunda kaldığımız derede hissetmiştim o tedirginliğini... Sırtımızda çantalar, elimizde ayakkabılar, kör karanlıkta, bata çıka bir dereden geçmeye çalışmak; ben ağrılarımla, o elinde bebeğimle! Zordu, ama inanıyordum ona, yapabilirdi... Yalnız derelerin geniş olduğu yerlerde, eşim beni karşıya bıraktıktan sonra geri dönüp ona yardım ediyor, ediyor da bitmiyor işte hala yol... Ne dereler, ne dağlar, ne taşlı yollar... Bazen bir köyün ışıkları seçiliyor uzaklardan... O anlarda, “tamam artık, bitti, ulaştık” dediğim her an, yeniden başka yollara sapıyoruz... Yol uzadıkça uzuyor, saatler geçiyor, ama bitmek bilmiyor. Ne kadar yürüdük bilmiyorum, ne kadar koşup kaçmak, ne kadar saklanmak zorunda kaldık, bilmiyorum!

Bitmişken herkes yorgunluktan, “duralım biraz” diyor kaçakçı. Çocuklar sessizce ağlamaya başlıyorlar yeniden, ne kadar dayanabilirdi ki bir çocuk bunca soğuğa, karanlığa, yorgunluğa, uykusuzluğa ve de artık açlığa. Çocuklarımı böyle görmek, onları böyle çaresizce izlemek zorunda kalmak... Tarifi yok ki bunun...

her çocuk
şimdi sonsuz bir şiirdir bizde
sesi bir tutam sevinç
gülüşü bir top ateştir
yanar durur içimizde
bazen ışık olur aydınlatır bizi
bazen yangın olur yakar
yandığımızı söyleyemeyiz
hatalar kana bulanır bir anda
şarkılar susar
nasıl başlar bir ağıt bilemeyiz...
Bir derenin akışında / Adnan Yücel

Bu yorgun ve kederli sessizliğimizi kaçakçının sesi bölüyor. Afganlara sesleniyor... O, grubun en sessiz, en uzak ve en hazırlıklı yola düşenlerine... Yine herkesten uzak bir yere çekilmiş, bu kez lavaş ekmeklerine ketçap ve mayonez sürüp yedikleri sırada, bize, çocuklarıma da bir parça ekmek vermelerini söylüyor. Ketçaplı mayonezli bir lavaş ekmeği... Ses çıkarmadan alıyor eşim ellerinden ve bölüşüp yiyoruz birer lokma...

Ve düşüyoruz bir kez daha yollara. Bu kez düz bir toprak yolda ilerliyoruz, sanki bir tarla içinde. Bir süre sonra tel örgülerden ve dikenli tellerden oluşan bir çit çıkıyor karşımıza. Çitin bir tarafı kesilip kapı gibi yapılmış ve bir halatla kesildiği yere bağlanıp kapatılmış. Çözüp halatı kaçakçı, açıyor sözde kapıyı. Biz hızlı hızlı geçip gittikten sonra da bağlıyor yeniden ve kapıyor arkamızdan. Belli ki sık kullanılıyor burası, yol da o yüzden düzgündü öyle, peki neresiydi burası, kimdi kullanan burayı, neyi bırakıyordu arkamızda o dikenli teller, neydi önümüzde olan, yoksa yaklaşıyor muyduk artık? Düşünürken bunları ve güç vermeye çalışırken kendime, yakınlardan gelen bir su sesi, alıp götürüyor her şeyi... Belli ki yeniden bir dereye yaklaşıyoruz… Arttıkça suyun sesi, söylenmeye başlıyor herkes. Kaçakçı, yeniden “bu son” dese de inanmıyoruz artık ona. Yalnızca kalan son takatle takip ediyoruz işte onu, başka ne gelir ki elden... Burada botun kullanılacağını ama yeniden şişirilmesi gerektiğini söylüyor. Birkaç kişi botu şişirmeye çalışırken, ben bebeğimi alıp oturuyorum dere kıyısında bir yere, Türkiyeli kadın da yanıma geliyor. Ben bebeğimi izliyorum, o yıldızları izliyor. Ben endişe içindeyim, o ne düşünüyor bilmiyorum. Bebeğim çok sessiz, kimse bu nedenle endişe etmemesi gerektiğini anladı belki ama yine de yol uzadıkça böyle ve yorgunluk ve takatsizlikle boğuşurken herkes, bizi daha da yük/ayak bağı gibi görmelerinden korkuyorum... Kafamda onlarca soru... Yiyip bitiren sanki beni! Tek bir botla kaç seferde geçebilir bunca insan karşıya? Ya dönüp bizi almazlarsa, bırakırlarsa o soğuk kör karanlıkta, o bilinmeyen ıssız topraklarda? Ne yapmalıyız? İlk değilse de –karşıda tek başımıza kalmaktan da korkuyorum çünkü- ikinci seferinde binebilmeliyiz o bota ve bu kez biz tutmalıyız çocuklarımızın ellerinden, ne olacaksa, ne yaşayacaksak onların yanında olmak için! Ben düşünürken bunları, kaçakçının bağırışlarını duyup göz göze geliyoruz Türkiyeli kadınla, ne olduğunu anlamaya çalışırken de herkesin etrafa dağılıp bir şey aradığını görüyoruz! Nasıl bir şey bilmiyorum ama pompanın bir parçasını düşürmüşler sanırım, o yüzden botu şişiremiyorlarmış. Peki nasıl bulunacaktı ki bu kör karanlıkta, o küçük parça! Kim bilir neresinde düşmüştü saatlerdir yürüdüğümüz bu yolun, nasıl, nasıl bulunur ki? Böyle olmamalı, burada, bu şekilde bitmemeli!