Gece yatarken telefonunuzu şarja takamayacak kadar yorgun hissediyorsunuz. Her şeyi yapmak isteyecek kadar güçlü ama kolunuzu kaldıramayacak kadar yorgun. Sürekli bir koşturmaca, gelecek kaygısı, siz yaklaşırken uzaklaşan hedefler, tüketim kültürü, kariyerizm, yetersizlik hissi ve tükenmişlik sendromu…

Yorgunluk toplumu
Fotoğraf: Freepik

Neden sürekli yorgun hissediyorsunuz?

Otistik performans makinesi nedir?

“Yorgunsunuz ama hedefleriniz var”

İnsanlar sürekli bir bitkinlik duygusuyla boğuşuyor. Her sabah ve akşam metroda, metrobüste, otobüste, bir yanda ruhlarını dijital aletlere satmış insanları, diğer yanda ise uyuyan insanları görüyoruz. Bugün çoğu kişi alamadığı uykuyu toplu taşıma araçlarında telafi etmeye çalışıyor. Ne kadar dramatik… Halbuki bu uykuyla geçebilecek bir yorgunluk değil. Kişiye özel, bireysel bir yorgunluk da değil.

Byung-Chul Han, günümüz toplumunun Foucalt’nun bahsettiği hastaneler, tımarhaneler, hapishaneler, okullar ve kışlalardan oluşan bir disiplin toplumu olmadığını, bunların yerini bankaların, havaalanlarının, AVM’lerin, fitness salonları ve bürolardan oluşan gökdelenlerin aldığını söylüyor. Han’a göre 21. yüzyıl “artık bir disiplin toplumu değil, performans toplumudur. Sakinleri de itaatkâr birer özne değil, performans öznesidir.”

Kapitalizm yalnızca bedeni değil insan varlığının tamamını bir performans makinesine dönüştürdü. Mesela Melville’in Kâtip Bartleby’si bir disiplin toplumu alegorisiydi. Fakat bugün gelinen noktada liberal ideoloji disiplin faaliyetini de bireye havale etmiş durumda. Dayatılan performans kriterlerinin de ötesinde güvencesizleşen emek piyasası, geçim zorluğu ve artan işsizlik nedeniyle hepimiz her açıdan kendimizin müteşebbisi haline geldik.

İş görüşmelerinde, İK müdirelerine kendimizi bir ürün olarak pazarlıyoruz. Horoz gibi dövüştürüldüğümüz vaka çalışmalarında, işi almak için, dönem arkadaşlarımıza çelme takmaya çalışıyoruz. İhtiyacımız olmayan mal ve hizmetleri satın almak için daha çok çalış(tırıl)ıyoruz (bkz. Fight Club). Bunların hepsini kendi tercihimizmiş gibi görüyoruz ama aslında tercihlerimizi şekillendiren bir ideolojik mekanizma var.

İnsan nedir?

Liberal iktisat paradigmasına göre insan bütün verileri işleyen, her şeyi hesaplayan, net hazzını maksimize etmeye çalışan, yani bir çeşit otistik performans makinesi… İnsan özünde böyle değilse bile ideoloji bize böyleymiş gibi davranmamız gerektiğini dikte ediyor.

Eğitim almalısın, çok çalışmalısın, kendini geliştirmelisin, disiplinli olmalısın… Biri der yazılım öğrenin, öteki der bir yabancı dil daha öğrenin, beriki der kişisel gelişim kitabı okuyun, diğeri der fitness salonuna gidin. Kalori hesabı, adım hesabı, sonra ekonomik hesaplamalar… Kendi vücudunu hacklemek, beynine format atmak, finansal okur yazarlık vesaire. Excel dosyalarında günlük ruh haline 10 üzerinden puan verip mutluluğunu optimize etmeye çalışan insanlar bile var, çok acayip. Düşünmek bile bir beyin fonksiyonu olan hesaplamaya indirgenmiş durumda. Kaldırabileceğimizden çok daha fazla bilgiye maruz kalıyoruz. Adeta enformasyon ve iletişim obezi haline geldik.

Geç-modern başarı toplumlarında sürekli aktif olmak, sürekli hesap yapmak, sürekli içerik tüketmek, sürekli terfi almaya çalışmak, pozitif olmak, mutlu görünmek, birikimlerimizi arttırmak, kendimiz olmak ve haz peşinde koşmak “zorundayız.” Yoğun ve meşgul olmak, özellikle beyaz yakalı orta sınıf için, bir statü oldu artık. Kurumsal şirketlerde çalışanlar, çocuğu hasta olduğunda bile izin almıyor olmakla övünüyor. Diğer yandan, bazılarımız için, ofisteki kimliğimiz ile dışardaki kimliğimiz o kadar farklı oluyor ki neredeyse şizofrenik hayatlar yaşıyoruz.

Yorgunluk toplumunun absürtlüklerinden birisi kazanmanın göreceli olması. Evin içinde koşu bandında koşmak gibi; herkes daha hızlı koşuyor ama hem sıralama aynı hem de gittiğimiz yer (bkz. Belleville’de Randevu). Hâlbuki insanlar kendi adımlarıyla gitmek istiyor… Bir şeyleri kaçırma hissi olmadan; bir şeyleri kazanma, birilerini yenme amacı olmadan. Sabah on kere alarm ertelemek zorunda kalmadan. İhtiyaçtan evini, arabasını değerinin altında bir fiyatına satmak zorunda kalanların çaresizliğinden istifade etmek durumunda kalmadan.

“Hiçbir şey mümkün değil”

Her şeyin mümkün olduğunun dikte edildiği pozitif bir toplumda “hiçbir şey mümkün değil” çığlığı depresif bireyden yükseliyor. İdeoloji, hayata nerden başlarsanız başlayın çok çalışan herkesin Bill Gates kadar zengin olabileceğini söylüyor. Veride bu ihtimalin sıfıra yakın olmasına rağmen gözümüze sokulan münferit başarı hikâyeleri, kişisel gelişim palavraları ve bu küçük ihtimal için didinen kişiler nedeniyle insanlar kendini yetersiz, değersiz ve başarısız hissediyor. Yeterince verimli olmadığını hisseden insanlar uykularından feragat ediyor. Depresyon, yorgunluk toplumunda insanın kendi olmak ve hedeflere ulaşma hususundaki başarısızlığının patolojik bir dışa vurumu oluyor. Han’ın vurguladığı gibi “disiplin toplumunun negatifliği deliler ve canileri doğururken performans toplumu depresif ve mağlup bireyler yaratıyor.”

Bu durumda insanlar toplumu değil kendilerini suçluyor, başarısız oldukları için kendilerini mahcup hissediyorlar. Mesela bugün birçok arkadaşlık taraflardan birinin ekonomik açıdan geri düşmesi yüzünden, tek taraflı olarak bitiyor. Kariyerinde akranlarının gerisine düşen kişiler sosyal medyadan uzaklaşıyor, cevapsız aramalara dönmüyor, buluşmalara gelmiyor ve derin bir mahcubiyetle kendi içine kapanıyor.

Gece yatarken telefonunuzu şarja takamayacak kadar yorgun hissediyorsunuz. Her şeyi yapmak isteyecek kadar güçlü ama kolunuzu kaldıramayacak kadar yorgun. Sürekli bir koşturmaca, gelecek kaygısı, siz yaklaşırken uzaklaşan hedefler, tüketim kültürü, kariyerizm, yetersizlik hissi ve tükenmişlik sendromu… Sonra tüm bunlarla başa çıkmak için yoga, pilates, reiki, nefes eğitimi, kişisel gelişim, mindfullness, spiritüel terapi, falcı ve medyum gibi plasebodan öte hiçbir faydası olmayan türlü saçmalıklar. “İyi bir hayat yaşama kaygısı, gitgide hayatta kalma kaygısına doğru dönüşmüş durumda.”

SSCB’de hayat bu açıdan çok kolaydı; traktörün yenilenmediyse ya da işsiz kaldıysan muhatabın Gosplan’dı. Sorunların çözülmesi devletin ve toplumun sorumluluğundaydı. Bir kişinin dahi evsiz kalması herkesi bağlardı. Fakat liberal ideolojide “her koyun kendi bacağından asılır” ve bireyler yayılan kokuya karşı kayıtsızdır. Sistem, sebep olduğu sorunların bedelini bireyin omuzlarına yükler. Kapitalizmde işsizseniz, mutsuzsanız, tükenmişseniz veya çocuğunuzun okul masraflarını karşılayamıyorsanız sorumlusu sizsinizdir. Etkili özgeçmiş yazmanın beş kuralını, reklam ve pazarlamanın inceliklerini, CEO olmaya giden yedi yolu, Bill Gates’in hayatını, başarının bilimini, zenginliğin formülünü, mutluluğun sırrını ve bilumum kişisel gelişim saçmalığını bilmiyorsanız kabahat sizdedir.

Eğer siz de, Dr. Pangloss-vari bir mantıkla, “tamam bazı kusurları var ama elimizdeki en iyi sistem bu” diyorsanız; o halde bugün yorgunluk günüdür, çok çalışın ve siz de yorulunuz…