Yorumsuz işkence lakırdısı…

Şu sıcaklarda önce eski bir lakırdımı tekrarlayacağım; ardından, hiç şaşırmayın, Ahmet Altan’ın dünkü yazısının altına imzamı atacağım:

Deniz tuza susamıştı. Ama tuzu su içti. Ve sus dedi denize, kimseye söyleme… Sen ki oğlusun tuzlu okyanusun, her daim tuz bulursun.

Balık buza acıkmıştı. Ama buzu deniz yedi. Ve sus dedi balığa, kimseye söyleme… Sen ki kızısın buzuldaki yunusun, her daim buz bulursun.

Denizi olmasa da tuzu kuruydu suyun. Balığı olmasa da ufku semizdi denizin. Tuzlu suyla gargara yaptı deniz. Balık anlayamadı gırgırı, yakalandı gırgıra… Ve su denizle tam dalga geçiyordu ki...

Gırgırın ağlarından çıkıverdi, bir yaşlı yosun, bilgesi okyanusun: Susun diye bağırdı, hepiniz susun! Kesin lakırdıyı!

Deniz pustu. Su sustu. Balık ve tuz konuştu: Lakırdı değil lakerdayız biz dediler. Ve bilge yosunu afiyetle yediler.

Eh, yanında bir de buzlu rakı…

***

Ve işte Ahmet Altan’ın “İşkence” başlıklı yazısı:

Bazı haberler insanı ürpertiyor hakikaten, öylesine korkunç bir gerçekle karşılaşıyorsunuz ki gerçekliğinden kuşkulanıp defalarca, defalarca okuyorsunuz.

“İşkenceye sıfır tolerans” diyerek seçim kazanmış bir iktidar var bu ülkede. İstanbul’da Terörle Mücadele’nin üst yönetimine bir polis şefi atamışlar. İki kez “işkenceden” mahkûm olmuş. Birinde Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerinde... Bu mahkûmiyeti “iyi hâlden” ertelenmiş. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bu cezanın ertelenmesini “insan haklarına” ve evrensel hukuka aykırı bularak Türkiye’yi mahkûm etmiş. İkincisinde işkence suçlaması için Türk mahkemeleri “takipsizlik” kararı vermiş. İşkence mağduru Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurmuş ve İnsan Hakları Mahkemesi bu olayda da “işkence suçunu” sabit görüp, Türk devletini işkenceyi ve işkenceciyi korumaktan suçlu bulmuş. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları görmezden gelinmiş. Adı “İnsan Hakları Mahkemesi” olan bir mahkeme, “siz vatandaşınıza yapılan bu işkenceyi hoş görmüşsünüz, cezalandırmamışsınız hâlbuki bu suçtur” diyor, bizim devlet aldırmıyor.

“İnsan hakları” için kurulmuş bir mahkemenin “işkenceden” sorumlu tuttuğu bir görevliyi, şimdi de bu iktidar çok “kritik” bir göreve getiriyor. Askerî vesayet döneminin “işkencecileri” koruyan sistemi içinde “işkence yaptığı saptandığı” hâlde cezası ertelenen, daha sonra gene işkence suçundan hakkında “takipsizlik” kararı verildiği için Türkiye’nin AİHM’de mahkûm olmasına neden olan bir görevliden bu iktidar nasıl bir “hizmet” bekliyor?

Neden “askerî vesayete karşı çıktığını” söyleyen “muhafazakâr ve dindar” bir iktidar, askerî vesayetin “suçu mahkemece tescil edilmiş” işkenceci bir görevlisinden medet umuyor? Hani askerî vesayet bitmişti? Hani “halkın temsilcisi” olan bir iktidar işbaşına gelmişti?

Uludere’de insanları bombalama emri veren generalleri korudular. Suçu öldürülenlerin üstüne atmaya kalktılar. Dün Sedat Ergin’in ayrıntılı biçimde anlattığı gibi, bir keşif uçağını doğrudan Suriye sahillerine yönlendiren ve düşmesine ya da düşürülmesine neden olan emrin kimden geldiğini halktan sakladılar. Şimdi, o dönemin işkenceden mahkûm polisini çok önemli bir mevkie getiriyorlar.

Askerî vesayetle bu iktidar arasında nasıl bir ilişki var? Kim kimi kullanıyor? Bütün bu olanlara baktığımızda, askerî vesayetin “görünürde geri çekilip”, “muhafazakâr görünümlü” bir iktidarı kendine kalkan yaparak eskiden yaptıklarını aynen yapmaya devam ettiğini görüyoruz.

Eskiden bütün bu olanların sorumluluğunu generaller üstlenir, hesap sormaya kalkanları da acımasızca cezalandırırlardı. Şimdiki fark ne? Aynı “suçların” emirlerini “siviller” vermiş gibi gözüküyor. Suç aynı, zihniyet aynı, sadece sorumlular farklı. (…)

Askerî vesayet döneminin “koruduğunu”, şimdi de sivil iktidar koruyup baş tacı yapıyorsa, Türkiye nasıl bir değişimden geçmiş oluyor? “Muhafazakâr” bir iktidarı sahneye çıkartıp geniş kalabalıkları kandırarak, o kalabalıkları “iktidar olduklarına” inandırarak, şimdi eskisinden de rahat suç işliyor, üstelik de sorumluluktan kurtuluyorlar.

Sistem aynen devam ediyor.

“İnsan haklarına” önem vermeyen Türkiye gene “insan haklarına” önem vermiyor. Muhafazakârların ve dindarların, sistemin aynen devam ettiğini anlamaları için “muhafazakârların” mı acı çekmesi gerekiyor? Öldürülenler ve işkence görenler “muhafazakârlardan” olmadığı sürece askerî vesayetin başımızın üstünde yeri mi var? Muhafazakârlara işkence yapılmazsa işkence serbest mi olsun? Öldürülenler muhafazakâr dindarlar değilse insanlar fütursuzca öldürülsün mü? İktidarda kalabilmek için her suçla işbirliği yapmaya razı mı muhafazakârlar? (…)

İşkenceye göz yumarsan, sonunda seni de işkenceye çekerler. “Başkalarının” kellesini kesmek için “giyotini” bulan adamın başını da giyotinde kesmişlerdi. Başkasının acılarına bu kadar bigâne duran insanlar da sonunda acı çeker.

Bunu hiç unutmayın.

***

Bizler hiç unutmamıştık ki A. Altan! Gerçi Ramazan ama, senin de aklından geçmiştir hınzır, “işkence mişkence” yazarken:

“Eh, yanında bir de buzlu rakı!”