Milletçe protesto konusunda biraz zayıfızdır. Çocukluğumuzdan bu yana bir şeye muhalif olmak, fikrini söylemek ayıp olarak beynimize işlendiğinden hemen hepimiz “sözlü” değil “yazılı” çocuğuyduk. “Hocam sözlü yapacak mısınız?” sorusunun cevabını bile korkarak bekledik. Yıllar geçip de yazılılar bitince bu kez sözlü yerine aksiyonu tercih eder olduk. Bizim fikrimizde olmayan biriyle konuşarak anlaşmak pek sıkıntılıydı ama evelallah kahveden bir araba adam toğlayıp aksiyona geçmekle bir derdimiz yoktu. Karşı olduğumuz şeyi kendi habitatımızda; tanıdığımız, bildiğimiz birkaç kişi ile konuşurken asıp keserdik de sırada topluluk önünde düşünce açıklamaya gelince genelde konuşmaktan çok kafa sallayıcı olurduk. Yürüyüşlere gitmek, protestolara katılmak konusu da pek farklı değildi. Sloganı ilk başlatan olmak zordu, kendinden emin ve inanarak bağırmak da. Kadına şiddete karşı bağırırken bile ikinci tekrarda zayıflayan, üçte duyulmaz olan sesimiz vardı. Eee ne de olsa burası Türkiye’ydi ve adamın başı anlamadan belaya girebilirdi.

Tüm bunların içinde protesto etmekten, bağırmaktan hatta boğazımız patlayana kadar bağırmaktan, pankart açmaktan, slogan atmaktan çekinmediğimiz tek yer vardı: Tribün. Bilimsel yönden bakarsak tribüne giden kişiler bir “kalabalık” oluşturuyoruz. Nedir kalabalık? “Ortak bir fikirle hareket eden, aynı heyecanı taşıyan, teşkilatsız ve sürekli olmayan insanlardan kurulu topluluklardır.” Yani biz. Kalabalığı oluşturan kişiler olarak birbirimizi tanımasak da aynı amaç uğruna aynı yerde olma konusu bir gönül bağı oluşturmamıza ve sözsüz bir anlaşma sağlamamıza neden oluyor. Bu durumda sosyoloji bize irade kalabalığı diyebilir. Buraya kadar güzel.

Başta da söyledim bizler sevmediğimiz, beğenmediğimiz şeyi dile getirmekte sıkıntısı olan insanlarız. Fakat tribündeki kendini adamışlık, aynı amacı paylaştığımız kalabalıkla birleşince daha rahat ortaya koyuyoruz hislerimizi. Takımımız gol atınca sevdiğimizin bizden duymadığı sevgi sözcüklerini haykırıyoruz yanımızdaki hiç tanımadığımız adama sarılırken; hiç ağlamamış adamım diye övünürken gözlerimizden yaşlar süzülüyor. Peki işler istediğimiz gibi gitmezse ne oluyor?

Son ayların moda taraftar protestosu yuhalama. En son Emenike’de karşılaştığımız kendi taraftarı tarafından yuhalanma, Brugge’e elenen Beşiktaş’ın, Brezilya’ya yenilen milli takımında yakın zamanda başına geldi. Bu durum futbol seyircisini -hatta o an tribünde olanları bile- ikiye böldü. Kol kırılır yen içinde kalırcılar ile tepkimizi belli edelimciler karşı karşıya geldi. Ben her zaman tepkiyi belli edelimciyim ama nasıl?  Bu millet tribünde hep protesto etti. Kendi oyuncusunu da, hocasını da ve hatta bazen toptan tüm takımı da. “En büyük taraftar futbolcular sahtekâr” dedi, “Milyarlık eşekler, eşekoğlueşekler” dedi, “Aşkımız renklere, sizlere değil” dedi, bıçak kemiğe dayandıysa gönül koyup “Formaları çıkarın, çıplak oynayın” dedi. Hatta Çarşı, takıma küsüp birkaç dakikalığına sahaya arkasını döndü.

Sonra ülke ile birlikte tribün de değişti. Daha agresifleştik, daha endüstriyelleştik. Belli edilecek bir tepki varsa bu hakkı elbet kimse elimizden alamaz. Fakat yuhalayan, aynı fikirde olmadığı için yuhalayanı yuhalayan taraftar; hatta yuhalandığına kızıp taraftarı yuhalayan futbolcu derken tribün “irade kalabalığı”ndan “kızgın kalabalık”a dönüştü. Tribün şu memleketin nispeten özgür yerlerinden biri. Madem aynı heyecanı taşıyan topluluğuz kalabalık olarak, yuhalamak yerine zekâ barındıran serzenişte bulunalım. Sözlü olmasın hocam yazılı yapsanız, diyene de bir sürü taraftar platformu açık. İlle de yuhalayacağım diyenleri de farklı konularda ses çıkartmaya davet ediyorum.