...ABD’nin yıllardır yaptığı gibi her iki halkın bağrında derin yaralar açarak sürüp gelen bu savaşın sona ermesini artık engelleyecek...

...ABD’nin yıllardır yaptığı gibi her iki halkın bağrında derin yaralar açarak sürüp gelen bu savaşın sona ermesini artık engelleyecek politikalardan vazgeçmiş olması bile, bu sorunu gerçekten çözmek isteyenler için önemli bir fırsattır...

Hükümetin “demokratik-Kürt-açılımı” Türkiye’nin en önemli sorununu gündemin birinci maddesine taşıdı.

Açılım Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Kürt sorununun çözümü için tarihi bir fırsat doğduğunu açıklamasıyla başlamıştı.

Hükümetin nedenleri ne olursa olsun -en azından şimdilik- oldukça kararlı göründüğü ‘demokratik açılım’ süreci, tabii başta Kürt halkı olmak üzere, toplumun geniş kesimlerinde  “çözüm ve barış” için büyük bir umut yaratmış durumda.

Tarihi olup olmadığı konusu bir yana, ortada bir “fırsat” olduğu açık. Her şeyden önce (diplomatik lisanla söylemek gerekirse) uluslararası konjonktürün oldukça uygun koşullar oluşturduğu anlaşılıyor. Zaten Öcalan da Murat Karayılan da yaptıkları açıklamalarda ABD’nin yeni bölgesel politikaları açısından artık böyle bir çözümün zorunlu hale geldiğini ifade ettiler. ABD’nin esas olarak kendi çıkarlarına uygun çözüm yollarından yana olması nedeniyle bu durumun gerçek bir demokratik çözümün gerçekleşmesi açısından bir olumsuzluk olduğu elbette doğrudur. Ancak ABD’nin yıllardır yaptığı gibi her iki halkın bağrında derin yaralar açarak sürüp gelen bu savaşın sona ermesini artık engelleyecek politikalardan vazgeçmiş olması bile, bu sorunu gerçekten çözmek isteyenler için önemli bir fırsattır.

Bugüne kadar ABD’nin bölge politiklarının esası daima bölgedeki halklar arasındaki uyuşmazlıkların bir çeşit “pat” durumunda sürümcemede kalması yönünde olmuştur. Kürt sorunu konusundaki politikasının da esası “tavşana kaç, tazıya tut” diyen böyle bir politikaydı.

Soğuk savaş sonrası bütün dünyada tasfiye edilen “Gladio” tarzı örgütler Türkiye’de MHP yanlısı olarak bilinen aşiret ilişkilerini de kapsayacak şekilde genişletilerek Kürt hareketine karşı  kullanılmak üzere yeniden işlevlendirilip-yapılandırılmış, Kürt sorunu konusunda bir çözüm eğilimi belirdiği her seferinde her iki taraf içine sokulmuş bu çeteler marifetiyle büyük provokasyonlar yaratılarak çatışma ve düşmanlık ortamının sürmesi ve sorunun sürüncemede kalması sağlanabilmiştir.

Bu tür  provokasyonların son dönemlerde en azından şimdiye kadar -şeytan kulağına kurşun!- zuhur etmemiş olması, sebebi ne olursa olsun, ABD politikalarındaki bu açıdan çözümden yana meydana gelen değişimin bir belirtisi de sayılabir. (Bu tür çetelerin ABD yörüngesinden çıkmış unsurlarının Ergenekon operasyonuyla enterne edilmiş olması belki de bu konuyla ilgilidir.) 

Bu arada ordu ile hükümet arasında bu konuda ilk defa bir görüş birliğinin meydana gelmiş olmasından da söz ediliyor. Bu, artık ordunun da askeri çözüm dışında barıştan ve çözümden yana bir eğilimi benimsemiş olması manasına geliyor ki, bu durum da her yönden umut verici bir gelişmedir. Bu hiç değilse ülkenin siyasal iklimini her gün iki halkı birbirinden uzaklaştıran bunaltıcı bir karamsarlık ortamından uzaklaştırabilecektir.

Konuya ilişkin en olumsuz durum, -MHP’nin tutumunu bir yana bırakacak olursak- CHP yönetiminin geleneksel devlet politikasının izinden giderek her şeye bir bölünme paranoyası içinden bakmaya devam etmesidir. Onlar, bölünme dahil, hiçbir şeyin, yıllardır yaşadığımız insanların kendileri tarafından seçilmeyen dinsel veya etnik aidiyetleri yüzünden birbirine düşman olup boğazlaşarak her iki halkın bağrında onulmaz yaralar açan bugünkü durumdan  daha kötü olamayacağını anlayamıyorlar. Ülkedeki her gelişmeye dış güçlerin ya da emperyalizmin ülkeyi bölüp parçalamasına bağlayan bir anlayışla yaklaşıyorlar; emperyalizmin veya dış güçlerin hiç kuşkusuz kendi çıkarları yönünde manipüle etmeye çalıştıkları sorunların temelinde bu ülkenin en büyük sosyal yaralarına yol açan tarihi gerçeklerinin yattığını görmüyorlar. Psikolojik kökeninde büyük ölçüde Türkiye Devleti’nin, Osmanlı İmparatorluğunun (ulusal devletlerin gelişme çağının bir sonucu olarak Batı’dan gelen bir rüzgârla) parçalanmasından sonra kurulmuş olmasında bulabileceğimiz bu bölünme paranoyasından kurtulmadan sağlıklı bir siyaset yürütülmesi mümkün değildir.

İşin mutfağında büyük ölçüde ABD’nin bulunduğundan hiç kimsenin bir şüphesi yok. Zaten PKK çevreleri de ABD’nin kendilerini dikkate almak, kendileriyle uzlaşmak zorunda olduğunu söylerken işin arka planında kimin bulunduğunun farkında olduklarını da ifade etmiş oluyorlar.

Burada bir parantez açarak söyleyelim, her tür ulusalcı siyasetin temel yönteminin pragmatizme dayalı olması gerçeği, en azından Makyavel’den bu yana bilinmeyen bir şey değil. Kürt hareketi de çoğu zaman faydacılık temelinde bir “reel siyaset” anlayışıyla hareket ediyor. Bunu iç siyaset ilişkilerinde de görüyoruz. Bunun bazen emekçi halklar açısından yaratacağı handikaplara elbette her zaman işaret edebiliriz ama, bu siyaset tarzını “ABD işbirlikçiliği vb” nitelemelerle devrimci siyaset anlayışı açısından sorgulamak bizim işimiz değildir. 

İşin arka planında ABD’nin hegemonik çıkarlarının bulunmasının bu konudaki gelişmelerin emekçi halklar açısından tatmin edici bir çözüme ulaşmasına engel olacağı söylenebilir.

Ancak bu durum, izlenecek sosyalist politika açısından bir tereddüt unsuru oluşturamaz. Türkiye emperyalizme bağımlı bir ülkedir ve Tanzimat’tan bu yana neredeyse bütün tarihi boyunca her şey dış dinamiklerin etkin olduğu süreçler içinde olagelmiştir. Kürt sorununun kendisi de tarihsel açıdan bakıldığında Türkiye’nin, devrimci bir demokratik devrim süreci yaşamamış olmasının, daha doğrusu demokratik devrim sürecinin tamamlanmamış olmasının bir sonucudur. Türkiye’de kapitalizm kendi iç dinamiklerinin sonucu olarak gelişmediği için gerçekten devrimci bir burjuva yönetici sınıf da hiçbir zaman olmadı. Bu yüzden ekonomik yapısı kadar demokrasimiz de çarpık bir biçimde gelişti. Çok partili demokrasi düzenine geçiş de İkinci Dünya Savaşı sonrası konjoktüründe geldi. O zaman bu sözde demokrasiye bu yüzden karşı çıkmak ne kadar saçmaysa, o dönemin bazı sosyalist aydınlarının bu gelişme karşısında Demokrat Parti saflarına katılmaları da aynı yanlışın öbür yüzüydü.

Bu yüzden şimdi işin dışardan kotarılıp gündeme getirilmiş olmasında şaşılacak bir şey olmadığı gibi bu durumun izlenecek siyaset açısından herhangi bir tereddüt unsuru oluşturamayacağı da açık olmalıdır.

Kuşkusuz herkesin kendisine göre bir çözüm anlayışı vardır.

Biz otuz yıldır, bu konudaki gerçek kalıcı bir çözümün bugünkü devlet yapısının kökten değiştirilerek, en küçük yerel birimlerden başlayarak, her bölgede yaşayan halkın, etnik, dinsel ve mezhepsel farklılıklarına bakılmaksızın, kendi sorunlarının çözümü ve kendilerinin idaresi hakkında söz ve karar sahibi olacakları sistemlerde arayan bir anlayışı savunduk, bunun için mücadele ettik. Bu çözümün bugün de doğru olduğunu düşünüyorum.

Böyle bir bakış açısına sahip olan bir devrimci siyaset açısından, ülkede bugüne kadar meydana gelen bütün gelişmelerde olduğu gibi, halkların çıkarları doğrultusundaki, barış, demokrasi ve özgürlük doğrultusundaki her adım, bugün sürüp giden savaş halini sona erdirecek, Kürtlerin dillerini kültürlerini özgürce yaşayıp geliştirebilecekleri, bölgesel ulusal, dinsel mezhepsel farklılıkları nispeten de olsa ortadan kaldıracak her gelişme, ne kadar eksik olursa olsun, kim tarafından yapılırsa yapılsın, elbette gerçek çözümün halkların örgütlü birleşik güçleriyle yürütecekleri bir mücadeleyle mümkün olacağını unutmadan, tereddütsüzce destekler.*



*(DN)
Ve elbette, sapla samanı birbirine karıştırmadan! Çünkü bu gün bu ülkenin bütün devrimcilerinin, solcularının, sosyalistlerinin yıllarca savunduğu, uğruna mücadele verip bedel ödediği görüşlerin onda birini, o da uluslararası konjonktürün dayatmasıyla savunma durumunda kalan bir iktidara dalkavukluk yapmak için devrimcilerin, solun barış ve Kürt sorununda milliyetçiliğe düşerek sınıfta kaldığını söyleyebilen “AKPARTİ” solcuları var. Bir yerlere yaltaklanmak için devrimcileri “milliyetçi, Kürt düşmanı” diye suçlamayı, siyaset yapmak zannediyorlar. Güya 2002 seçimlerinde Kürt hareketiyle ittifakı bozmak için uğraşanlar olmuş! Herkesin gözleri önünde yaşanmış gerçekleri çarpıtarak sahtekârlık yapmaktan, birtakım zavallı itirafçıların arkasına saklanarak devrimcilere çamur atmaktan utanmıyorlar.

 

1992 DEKİ ÖNERİLERİMİZ BUGÜN DİLLERDE
1992 yılındaki tartışmalarda, savaşın en yoğun yaşandığı o dönemde, Kürt sorununda demokratik çözüm yoluna gidilmesi için açıklamalarımız olmuştu. Savaşın yarattığı şiddet ve katılık ortamında, bazı kesimler tarafından “anlamsız” ve “hafif” bulunan önerilerin benzerleri bugün hemen her kesim tarafından ifade edilmeye başlandı. O zamanki önerilerimizden bazı başlıklar şunlardı:

»    Kürt sorununda dayatılan askeri çözüm yoluna karşı demokratik bir çözüm siyasetini … ısrarla savunmak (gerekir)… Kürt sorununun köklü çözümü için Kürt halkının en temel haklarının tanınması gereklidir… Bugün (1992) Türkiye'de böyle barışçı ve demokratik bir siyasi çözüm yolunun benimsenmesi için çok güçlü bir potansiyel vardır.

»    Barışçı-demokratik bir siyasi çözüm yolunun geliştirilmesi için çeşitli girişimler olmuştur. Bunlara karşı önyargılı bir şekilde yaklaşılmamalı, olumsuz yanları giderilerek, olumlu unsurların geliştirilmesi için çalışılmalıdır.

»    İlk iş, mevcut savaşa son verilmesi(dir). Sorunun özgür ve demokratik bir ortamda çözülebilmesi için Kürdistan'da sürüp giden ve her geçen gün yeni yaralar açan bu savaş derhal, PKK'ya silah bırakma, teslim olma vb. hiçbir ön koşul dayatılmaksızın bir ateşkesle sona erdirilmelidir. Savaşın durdurulması ve Kürt sorununun bütün boyutlarıyla tartışılabilmesi için hiçbir kısıtlamanın olmadığı özgür bir tartışma ortamının yaratılması sorunun çözümü doğrultusunda atılabilecek ilk adım olmalıdır.

»    Kürt sorununun kalıcı çözümü ancak tutarlı bir demokratizmle sağlanabilir. Uluslararası sözleşmelerde böyle bir çözümün bazı unsurları belirlenmiştir… Ülke bütünü için yerinden yönetim ilkelerinin geliştirilmesi ve yerel meclislerin yönetsel yetkilerle donatıldığı vali ve kaymakam, emniyet müdürleri gibi idari görevlerin seçimle gelmiş yerel insiyatiflere bağlandığı biçimlerden, federatif biçimlere kadar değişik çözümler üzerinde durulabilir. Kuşkusuz böyle bir çözüm, değişik kültürlerin tümüyle korunup geliştirilmesine olanak tanıyacak anayasal ve idari düzenlemelerle (daha doğrusu 1982 Anayasası'nın tümüyle kaldırılarak her türlü ulusal azınlığın, çoğunluk ulusla aynı haklara sahip olmasını teminat altına alacak yeni bir anayasal ve idari sistemin getirilmesi ile) olanaklıdır.

*Geçmişi Aşabilmek  sf.90 Bireşim Yayınları