Bir ortaklığa; kadim coğrafyanın, hatırnaz insanlarının hüznüne, duygularına, tebessümlerine, kırgınlıklarına ortak olmaya çıkmışım ben bu yola. Yüklendim duygularını, doldu heybem, taşıyorum...

yuksekova-da-bizi-bulusturan-neydi-120173-1.

Yorucu, bir o kadar da şiirsel yolculuğun rayihası ile uyandım güne Van’da. Evet, Doğubayazıt’a günübirlik gitmiştik. Muradiye Şelalesi’nde bir mola şansım olmadı. Adilcevaz’a uzanamadım, Tatvan’a varıp, bir gülün dibine oturup Turgut Uyar’dan “Yokuş Yol’a”yı okumayı çok isterdim. Olmadı. Gezerken, gezdiğim yerler kadar, gezemediğim yerlerin bende bıraktığı merak da beni besliyor biliyorum. Dahasını istemek için sebep yaratıyorum kendime, kim bilir...
Van merkeze yakın bir yerden bu sefer Yüksekova’ya, arkadaşım Elif’in öğretmenlik yaptığı yere doğru, ‘kontrol noktası’ bol olan bir yolculuğa doğru adım atarken telefonum çaldı. Arayan bir önceki gün Doğubayazıt dönüşünde tanıştığımız Kanadalı Alastair’dı. Birkaç günlüğüne de olsa bizimle Yüksekova’ya gelmek istiyordu. Şaşırdık ve birkaç dakika sonra hareket edecek minibüsün kalkış yerini tarif ettik.

Boş koltuğu bulunmayan minibüsümüz Yüksekova’ya doğru yol alırken biz de yeni arkadaşımız Alastair ile sohbet ededurduk. Vancouver’dan iki ay önce yola çıkan ve Karadeniz’i boydan boya sırt çantasıyla gezip, oradan Doğu’ya inen ve şimdi de bu toprakları tavaf eden bir gezgin kendisi. Sonra İran, ardından Antalya’da tatil yapıp ülkesine dönmek var planında. Fizik okumuş ve yakında öğretmen olacakmış. Pek de konuşmayı sevmiyor aslında, merakla etrafı gözlüyor.

Kanadalı’nın ne işi var!
Yine bir kontrol noktasında durduruluyoruz. Ağırlıklı olarak bu coğrafyanın insanları var minibüste. Askerler, bir bize, bir de kimliğimize bakıp uzatıyorlar geri ama bir Kanadalı’nın Yüksekova’ya gitmesi askerleri her seferinde şaşırtıyor. Kısa bir sorgu sual sonrasında her seferinde yola devam ediyoruz. Kontrol noktaları arttıkça tüm minibüs Alastair’ı tanıyor artık. Soru soranlar, tüm içenliğiyle onu Şemdinli’ye evine davet edenler, gülücükler atan çocuklar ve her seferinde teybin sesini kısıp da dikiz aynasından arkaya bakıp, “Ah Elistır ah... Yolumuz uzun daha, pas’portunu kaldırma çantana, elinde tut elinde” diyen kara kaşlı şoför abimizin şakalaşmaları ile Başkale üzerinden Yüksekova’ya varıyoruz. Haritada 200 kilometrenin karşılığı burada dört saat ediyor. Virajlı yollar, tehlikeli geçitler, bolca yakılan dörtlüler ve belli noktalarda askerin kimlik kontrolü ile öğlene doğru çıktığımız yolculuğumuz akşamüstü tamamlanıyor.

Doğuda güneş erken doğuyor, erken batıyor. Ama doğanın içerisinde olunca zaman hızlı değil aheste akıyor. Camdan dışarısını gözleyerek, dağların endamına bakarak geçen yolculuk sanki dört saat değil de iki gün sürmüştü. Minibüsçü abi birazcık Bach sevse, teybe bir konçerto koysa, çıkan piyano tınılarını ayırıp bir kenara koyar, Oscara gönderirdim. Ödülü alır, geri dönerdi!
Yorgunduk, Yüksekova içinde öylece bir dolaşıp Elif’in evine geçtik. Öğretmen arkadaşları da geldiler. Alastair’ı misafir ettik. Bir yer sofrası kuruldu, evde ne varsa, komşudan ne geldiyse oturduk yedik. Akşamı ettik, gece sakin ve tekin olmayan sokaklarda, insanı az caddelerde biraz yürüdük. Kızlı-erkekli bir kahveye girip okey bile oynadık!

Bir çay kenarında…
Günaydın. Esra’nın okuluna, aynı zamanda evine, öğretmen arkadaşlarıyla paylaştığı ortak alanı görmeye gidiyoruz. Kırık dökük bir okul binası içerisinde, alt katı sınıflara, üst katı da sınıfların öğretmenlerin kalacağı yer haline getirilmiş bir okul gördük. Bir önceki gün anlatmışlardı ama zor şartlarda verilen ve alınan eğitimi, yaşam koşullarını bir de kendi gözlerimizle görmüş olduk. Burkuldu içim. Sonra hep birlikte, tıka basa bir araca doluşup Örnekköy yakınlarında coşkunca akan bir çayın yanında çimenlere uzanmaya gittik arkadaşlarımızla.

Köylerden geçerken yavaşladık, yöre insanıyla tanıştık, buyur edildik evlere, çocukların oyunlarına. Çay kenarında çoban pikniğine çıkmış köy çocuklarını, yanlarında bir başka öğretmen arkadaşı görüp biraz onlarla olduk. Deli deli akan çayın üstüne üstüne gittik, kenarında bir yerlerde mangal yakan birkaç kişinin sıcak davetiyle yanlarına çöktük. “Çavani başe” dediler, tek bildiğimiz Kürtçe kelimeyle “başe, başe” dedik. Yani “nasılsın, iyiyim”in Kürtçesi... Kendilerine yetecek kadar ekmekleri vardı, paylaştılar. Karpuzu kırarak böldük, hayatında çekirdek yememiş Alastair’ın mücadelesine birlikte güldük. Çay demlediler en kaçağından, demli demli içtik. Sonra yine konuştuk, yine güldük… Çünkü gülmek, “bir halk gülebiliyorsa gülmektir”. O günlerde gülebiliyorduk bir nebze, bugün öyle mi oysa?

Yüksekova’da arkadaş özlemi ekseninde geçirdiğim iki günün sonunda önce Van’a, oradan da İstanbul’a döndüm. Günler boyunca hem damağıma, hem dimağıma kazındı bu coğrafya. Güzelliklerle ve bir o kadar da hüzünle hatırlanacak bir yol hikâyesini heybeme koymuştum. “Kentler arası çok uzak, çok uzak insanlar” diye uzay boşluğuna salınan cümlelere inat, İstanbul’dan yola çıkan Mustafa, Vancouver’dan sırt çantasıyla bizi bulan Alastair ve Yüksekova’da öğretmenlik yapan arkadaşlarımızla bizi buluşturan şey samimice gözlerimizin içine bakabilmekti.
Unutmamalıyız ki, haritayı katladıkça öpüşüyor kentlerimiz.