Otoriter eğilimler dünya çapında yükselişte. Hem kitle tabanları hem de devlet idaresindeki etki alanları genişliyor. Her biri, bir diğerini aratmayan otokrat liderliklerin yaygınlaşması, bu eğilimin en belirgin göstergesi. Tam anlamıyla seç beğen al, hali ya da al birini vur ötekine vaziyeti. Sorarsan biricikler, dünyaya düzen vermekle vazifeli gibiler.

Rosa-Luxemburg Vakfı yöneticilerinden Mario Candeias’in, geçen yılın ortalarında kaleme aldığı “küresel otoriterliğin yükselişi” başlıklı yazısı, burada gündeme getirmek istediğim tartışma için iyi bir zemin sunuyor. Candeias soruyor: Aşırı sağın ve otoriterliğin küresel yükselişini nasıl kavramalıyız? Karşımızda benzer olmayan, karmaşık, heterojen bir olgu mu var? Listeye bakıldığında, yok yok: Ultra-liberaller (Avusturya), ırkçılar (İtalya), nasyonal sosyalistler (Polonya, Macaristan), aşırı otoriterler (Türkiye), askeri darbeciler (Mısır, Tayland), demokrasi manzaralı askeri hükümetler (Brezilya), OHAL ile vaziyet edenler (Etiyopya, belli ölçülerle Fransa) ve dini-milliyetçiler (Hindistan)…

Bütün bu farklılıklar belirli ortaklıklarla anlam kazanıyor ve olguya küresel bir veçhe kazandırıyor. Bütün liderler pek güçlü, kostaklanarak yürüyorlar, binebileni ata da biniyor; cinsiyetçiler; politik motiflerini dini referanslardan devşiriyorlar; siyasi nezaket ve diplomasi hak getire, esip gürlemekte mahirler; hem kapitalist sermaye programına sadıktırlar hem de –yersen- düzene karşıdırlar; bilim ve estetiğin tezadı olarak vardırlar; bugüne kadar fikir beyan etmedikleri konu bulunmuş değildir.

O halde biz de soralım: Kişisel biyografileri itibarıyla hayli sıradan olan bu erkeklerin kahraman gibi görünmelerini sağlayan koşullar nelerdir? Karl Marx’a Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’ini yazdıran da bu soru değil miydi? Tarihteki diktatör kişiliklerin komedisi olarak varlar, ama -Marx’ın belirttiği gibi- kendi öz komedilerini tarih sanıyorlar.

Faşist akımların ve otokrat eğilimlerin yükselişini nasıl anlamlandıracağız? Bunların varlıklarını, neoliberal küreselleşmenin yol açtığı çok yönlü krizlerle ve neoliberal sermaye programına sosyal boyut kazandıracağını sanan geleneksel sosyal demokrasinin aymazlıklarıyla ilişkilendirmek pek mümkün. Ama asıl kritik soru, karşımızdaki akımın, üçüncü bin yılın kurucu alternatif eğilimlerinden biri olup olmadığıyla ilgili. Karşımızda böyle ana bir akım mı var, yoksa konjonktürel bir dalgayla mı boğuşmaktayız? Bütün bu ırkçı, faşist ve otoriter hükümetleri, neoliberal küreselleşmeye, -krize battığı bir konjonktürde- küresel sermaye lehine verilmiş reaksiyoner bir tepki olarak mı kavramalıyız? Bu ayrımın anlamı ne ki, ha ana akım olmuş ha gerici bir refleks, ne fark eder, her iki durumda da hayatlarımızı karartmıyorlar mı, diye sorulabilir. Gerçi soruyu böyle sorunca, benim de içimden haklısınız, demek gelmedi değil.

Ama yukarıdaki ayırım, faşizme karşı mücadelenin stratejini belirleyeceği için son derece önemlidir. 78 Kuşağı mensupları şu iki slogan arasındaki farkı sanırım iyi hatırlarlar: “Faşizme geçit yok!” – “faşizme ölüm!”. İlk slogana göre, faşizm yükselmekte olan bir akımdı; ikincisine göre ise iktidardaki varlığı çökmekte olan bir akım. Gerçi slogana düşünce dünyamızda pek itibar edilmez; kaba genellemeler olarak görülür. Oysa slogan, estetize edilmiş soyutlamadır; derinlikli analizleri ikame etmesi sloganın mantığına aykırıdır.

Bu kısa notu düştükten sonra belirtmek gerekir ki sözü edilen otokrat eğilimler içine girdiğimiz çağın ana akımlarından biri değil de reaksiyoner bir refleksi ifade ediyor ise, bu durumda sözü edilen akımlara, sahip olduklarından daha fazla bir güç ve akıl atfeden muhalefet stratejilerini değiştirmek gerekecektir.

Özellikle liberalizm ve sosyal demokrasi gibi 20. yüzyılın ana akımlarından gelenler, küresel ölçekte yükseliş gösteren otokrat eğilimlere mutlaklık atfediyorlar. Bana kalırsa bunun ana nedeni, kendi zayıflıkları. Zira 20. yüzyılda yerleşiklik kazanan siyasal yelpazenin merkezi, dünya çapında çökmüş durumda. Bu ise yönetememe krizinin en açık göstergesidir. Dolayısıyla otokrat idarelerin yükselişi, yönetememe krizinin hem nedeni hem de sonucu olarak görülmelidir.