Yükselmiyoruz, düşüyoruz!

İktidar bize tepeden bakıyor, ama sokakta, tam da yeryüzünde olduğunuz bir anda, çaktırmadan aranıza girebilir ve hiç fark ettirmeden bulaşabilir size. Hiyerarşik bir tabakalaşmaya göre biçimlendirildiğimiz bir dünyada, her türlü biçimin göklerden geleceğine dair bir beklenti var. Ama iktidar yatay düzlemde, tüm ilişkilerin arasına sızarak iş görüyor.

Aralarda kendini yeniden üreterek biçimlendiriyor bizi. Gustav Landauer çok haklı: “Devlet bir ilişkidir, insanlar arasında bir ilinti; insanların birbirine davranışlarının bir tarzı.” İktidar tepeden duruyor, ama onu yukarıda değil, aralarda, kurduğumuz ilişkilerde aramalıyız. Mesela bir kafede dostlarınızla birlikte oturuyorsunuz. Ve dünyanın başka türlü olabileceğine dair birlikte düşünmeye başlıyorsunuz.

Kazı kazan!
Kapitalist bir distopya yerine, yüz yüze ilişkilerle birlikte kurabileceğimiz, emeğimizle biçimlendireceğimiz bir dünyada yaşamaktan söz ederken, birden masanıza milli piyangocu yaklaşıyor ve o sihirli sözcükleri fısıldıyor kulağınıza: “Kazı kazan!” Yorulmuşsunuz belki, konudan uzaklaşıp gündelik hayata katılmak istemiş olabilirsiniz ve piyangocunun çağrısı da cazip gelmiş olabilir. Ya da zorunluluklar dünyasından rastlantının dünyasına kaçmak istemiş de olabilirsiniz. Ve kazanmak için kazımaya başlıyorsunuz. Peki neleri kazıyorsunuz acaba?

Kesinlikle kazıdığımız ve kazıyarak sildiğimiz belleğimizdir, kazandığımız ise yalnızlık. Kazımak, kapitalizmin işidir. Bellekleri, doğal ve toplumsal yatay ağları, toplumsal dayanışmayı kazıdıkça kazanıyor ve üstelik tüm bunları bize kazıttırıyor, ama biz kazıdıkça kaybediyoruz, tuhaf değil mi? Kazıdıkça yeryüzünü, belleğimizi, birbirimizi yitirdik. Ve hâlâ iktidarın sesi çınlıyor içimizde: “Kazı kazan!” İlişkilerimizi içeriden dolayımlıyor ve farkına varmadan iktidarı yeniden üretiyoruz. Ve öyle bir noktaya geliyoruz ki, tıpkı Panoptikon’da olduğu gibi, iktidar tepedeki yerinde olmasa da, bize tepeden bakmasa da, biz yine de onu üretiyoruz. Hep birlikte belleklerimizi, kırılgan ekolojik ilişkiler ağını, toplumsal dayanışmayı kazıdıkça kazıyoruz. Kazdığımız, kendi kuyumuzdur. Ve düşüşümüz başlıyor.

Kapitalist distopya, kaderleri şirketlerin insafına terk edilmiş, belleksiz ve kederli parçacıkların serbest düşüşüdür. Olur ha düşerken, birbirleriyle karşılaşıp ilişkiye girmesinler, yaşanası yeni bir dünya kurmasınlar diye, kederli parçaçıkların düşüşlerini bile şeritlere ayırmışlar, herkes kendi şeridinde düşüyor. Ve bu kederli düşüşü, ne yazık ki yükseliş olarak algılıyoruz. Üniversitelerdeki kariyer günlerinde gençlere yükseliş vaat eden şirket, yeryüzünün ve doğanın düşüşüne katkı sağlayacak yandaşlar arıyor. Yükseldiğimizi düşünürken, hep birlikte hiçliğin boşluğuna düşüyoruz. Yeryüzü, sömürülecek bir kaynak, doğa ise alt edilecek bir düşman gibi görüldüğü sürece, şirketler yükselecek, biz de düşmeye devam edeceğiz. Yükselmek, yeryüzünden kopmaktır, uzay boşluğuna düşmek.

Yükseğe, Hep daha yükseğe!
Düşüş, tam da yükseldiğimizi sandığımız anda başladı. Yeryüzüne sadık kalmalıydık. Ama içimize iktidar kaçmıştı. “Yükseğe, hep daha yükseğe!” diyordu içimizdeki ses, “kazı ve yüksel!” Kazıdıkça yeryüzüne ve birbirimize ihanet ettik. Varoluş düzlemimizi, dayanağımızı kazıdıkça, kendimizi ve biribirimizi yitirdik. Yeryüzünde kalmalıydık. Ve yeryüzünün belleği yerine, yeryüzünden kapitalizmi kazımalıydık. Yıkıntıların altında kalmış dayanışmacı ilişkileri, kolektif varoluşumuzu yüzeye çıkarmak için. Ama iktidar aramıza sızdıkça birbirimizin, yeryüzünün kuyusunu kazıyoruz hâlâ. Dayanaktan yoksun olduğumuzda var olamayacağımızı, dayanağın yeryüzü olduğunu ve bu dayanağın bizleri doğurduğunu hatırlamıyoruz artık. Doğa her şeye rağmen durmadan doğuruyor, ama biz, doğayı, döl yatağını kazımaya devam ediyoruz. “Ayın elemanı” değil, yeryüzünün elemanı olmak gerek.