Yürek kocadı

BURÇAK SEL

Salındı bahçaya girdi
Çiçekler selama durdu
Mor menevşe başın eğdi
Gül kızardı hicabından

Erzurumlu Emrah

Nevresimini çıkardı. Bir tek yastık kılıfı ütülü, çarşafı ve yorgan yüzüyse ıslakken açıla açıla asıldığından kırışmamış diğer takımı geçirdi. İki gün evvel değiştirmişti en son, çıkardığını da. Hatta deterjan kokusu burnuna değince bi düşünecek gibi olmuştu ama bacısı Ünzüle’den görerek edindiği bu alışkanlığını korumuştu. Akrabalardan edinilen bu görgülerin ekseriyeti bir halta yaramazdı hayatta. Çoğu, insanın huzurunun mengeneseydi hatta onu geriden tutan. Bir lokmayı ağzına koyar koymaz dikkat kesilmek birine, ses çıkartacak mı diye mesela, tam bir psikopatlıktı büyüklerinden edindiği. Sakız çiğneyen bir çocuğunun kalbini bile kırmıştı bu yüzden de bin pişman olmuştu. Günleri bu göreneklerin soyuna sopuna sövmekle geçmişti. Ama nevresim yenilemek biri için güzel bir şeydi. Çünkü, bir yatağa değecek her yeni nefes tertemizini hak ederdi onun. Biri uyumak için geliyorsa hanene sebebinden maada, sana kendini teslim ediyor demekti. Yaşamla ölüm arasındaki o tılsımlı arafta her şeyine elvedayı çekip seni emanetçisi eyliyordu. Hangi tarafa geçecekse bu kimse senin verdiğin döşek bir eşik oluyordu işte. Ve akılda bir tek bu eşik kalıyordu işin garibi. Tertemizinden uyunacak bir yer ve dünya gözüyle belki de son kez göreceğin yüz. Bu ikisi, neredeysen artık ya başlangıcın ya da sonun olacaktı işte. Hatta, ölüme gitmeye çok erken bir körpe yaşam için belki de kötü şeyler için son, iyi şeyler için, en az bir iyi şey için ya da başlangıç olabilecekti, aynı anda.

Tüm bu kuyruklu düşüncelerin ardına takılmış giderken buldu kendini. Yine. Bir iş yapacak oluyoruz. Dön dolaş, hep beynimize asılmış buluyoruz kendimizi ulan be, diye söylendi. Dörtlü ocağın üzerindeki demlenmek üzere bekleyen çay aklına geldi bu sıra. Vardı, demledi. Normalde iki poşet atıp yarısına kadar doldurduğu demliğe, dört poşet atıp ağzına kadar su çekti bu kez. Çay en güzel bir şeydi birine ikram edilecek. İçi ısınırdı insanın yatağına çekilmeden evvel, hem. Hele imansız soğuklarda… Yemişim kahvesini mahvesini, Avrupalı mıyız lan biz diye de söylendi hatta sanki dediklerini biri duymuş da ona tepki vermiş gibi. Bizim toprakta yetişmeyene, bu ne hevestir bu kadar! İnsan çiftçisinden utanır falan diye de sosyo-ekonomik tartışmalara girecekti de uzatmak istemedi. Bu meselelerde, nereden bükse çubuğu, diğer tarafından bükmüştü hayat ona. Onca sene, memleket sevmek gibi en “basit” mevzuuda bile tam tersiyle suçlanmıştı. Kendi gibi yüzlercesinin başına geldiği gibi. Ama uzatmak istemedi. Konuyu tak diye kapadı aklında. İstemediği konuları aklında tak diye kapama yetisine sahip olmak için de kıçını çalıdan çalıya sürtmüştü gerçi. Çok kısa zamandır yapabiliyordu zaten bunu da. Hiçbir ağrı kesicinin derman olamadığı beyninin sinir uçlarına az da olsa müdahale edebilmek için az mı çırpınmıştı. Az mı alev almıştı beyni de kafasını buz gibi sulara daldırıp daldırıp çıkarmıştı. Hala kronik faranjit denen bol boğaz akıntılı, gıcıklı bir illetten çekiyorsa şu gün, bu yüzdendi. E tabii, beyaz tebeşirleri sayan olmazsa… Baktı bu da uzayacak, bir tak da buna vurdu aklından geçip gitsin diye. Miğdemizi acıtıyor kahve zıkkımı hem. Acıtmasa kaç yazar gerçi. Neyine iyi gelmiş insanın diye devam etti bıdırdanmaya. Demi tavında olan bir çayı yudumlarken aklına çiğ olan yerleri gelir insanın. Kimsenin yapamadığını yapar da mahkemeye çıkarır seni her yudumunda beğenmedikleri şu çay mesela, dedi. İçtikçe arınırsın aklındaki kişilik zaafiyeti dosyalarından. Düşerler bir bir dedi. Düşerler. Ölümden hemen önceki son yudumda kuş kadar hafif olacaksın her birinden arınabildiğinde. Kuş gibi. Bu düşüncesinin içine dalıp dalıp çıkarken kendini hayatta hep yalnız kurguladığını, çayı yalnız yudumladığını mesela ve yalnız yudumladığı için, kendisini nasıl adalete teslim edecek cüreti bulduğunu falan akıl etmek aklına gelmedi. Burada da çok oyalanmak istemiyordu, belli ki. Aman, yine düşünce dehlizlerine dalmadan ben şu deli hapımı da alayım bir, dedi. Attı dilinin altına hapı. Son acılığını tadar tatmaz ilacın, bastı suyu üzerine.

Günün son ışıkları çoktan kırılmaya başlamış, gece yarısına daha çok yaklaşmıştı vakit. Hatta en sinir bozucu aralıktaydı. Ne gece oldu aman ne de gün bitti tamam diyemeyeceğin müphemlikteydi yani. En fazla, birini beklemek gibi gerilimli bir hissin seni heyecanlandırabilceği yerdeydin. Olur da biri kapıyı çalar da içeri girerse işte o zaman akıp gidecekti saatler. Gelecekti bu kez, ama. Öyle demişti. Kesin gelecekti kesin diye tekrar ede ede içinden, beklemeye başladı. Hap da etkisini gösterir olmuştu, hani. Beklemek için en elzem olan sakinliği, zerk etmeye başlamıştı kanına usul usul. Bekledi, bekledi. İki beklemek arasını, birkaç bardak çay, yatağın üstünü bilmem kaçıncı kez düzlemek gibi şeylerle süsledi. Öyle bom boş geçmedi yani. Oturdu, bekledi. Kalktı, bekledi. Baktı demliği yarılıyor, televizyonu açıp bekledi. Hakkını verdi beklemenin ki nasıl. Bekledi kez bekledi. Derken, kapı çalar gibi oldu. Güm güm diye değil de hasta nefesi gibi mecalsizce bir sesti bu. Emin olmak için yanaştı kapıya. Bir daha tıkırdadı kapı. Vallahi de çalmış diye bir heyecan açtı kapıyı. O sandı. Komşuydu ama. Elinde pembe şeffaf naylon torbayla bekliyordu kadın buna bakarak. Hocam, pazara getirmişler bunu. Benim adamla oğlan çok severler. Muzlusunu bulamadım da çileklisinden aldım üç beş paket. Yalan olmasın fiyatı da uygundu. Size de getirdim ki çayın yanında yersiniz, diye uzattı kadın elindekini. Sağ olasın, yemem mi dedi bir mahcubiyet. Kadın savuşana kadar kapamadı kapıyı. Gelecek diye umunduğundan değil; kadına hemen ardından çarpan kapı sesinden, ayıp olmasın diye. Kapattı, sonra. İçindeki hüzün, ses olup evrene sızmıştı böylece.

Gelmedi. Namınıza bunca sene alarak sakladığım tüm hediyelerle geleceğim Alaaddin Öğretmenim, demişti bir de utanmayıp. Hediye değil kendini getir sen evlat demiştim ben de bu kez farklı olacağını umarak. Ne yapacaktım hediyesini berisini. Bana bu hayta lazımdı. Bu hayvan evlat. Gelseydi de gül açsaydı yüzümüzde, iki. Şu, soluksuzluktan ine dönmüş evim, bahar bahçe olsaydı. Bir iyice sarılıp karşıma oturtsaydım. Gelseydi de okuttuğum yıllardaki gibi koca yanaklarını avuçlarımın içine alsaydım. Şap şap öpseydim onları. Baksaydım kömür siyahı gözlerine de derdini dinleseydim, görmediğim onca senenin acısını çıkartarak. Onu dinlerken, benim derdim aksaydı ayağımın altından. Çayımız en büyük şahidimiz olsaydı bu mutlu güne. Ne vardı yani. Belki elim uzanır da sazıma, tıngırdatırdım garibi yıllar sonra ilk defa. Küçükken nasıl da oynarlardı ben saza vurdukça bunun sınıfındakiler hem. Simsiyah önlüklerinin içinde fır fır dönerlerdi neşeden. Belki yine, gaza gelir çocukluğundaki gibi oynardı bu da. Yatağımda uyuturdum. Uykumdan uyanıp üzeri açık mı diye başına gelirdim. Yarı yerine kadar inmiş yorganı üzerine çekerdim. Ama gelmedi köpoğlu köpek işte. Gelmedi. Sizin tedrisatınızdan geçtim öğretmenim. Şu gün elim ekmek tutuyorsa sayenizdedir diye bir de her yılki tekrarıyla kapatmıştı telefonu b..k varmış gibi, diye söylene söylene elindeki poşeti mutfağa götürdü. Masaya bıraktı bir hışım. Çayın da altını kapayıp kalanını lavaboya döktü. Hareketleri epey yavaşlamıştı. Düşüncelerinin arasına ağda vurmuşlar gibiydi artık. Ayıramıyordu birbirinden. Sokuldu yatağa. “Yürek kocadı. Temiz döşeğe dayanmaz oldu. Eyvah!” dedi, kesik kesik.