Enes Kara’nın “geliyorum” diyen “kolektif bir cinayet” sonucu yaşamını yitirmesi, daha vahim olaylara göre yaygın bir rahatsızlık yarattı. Oysa çok değil, daha bir ay kadar önce İlim ve Kültür Derneği’ne ait bir yurtta, gene bir üniversite öğrencisi satırla kafası kesilerek katledilmişti. Bu arada başta Ensar Vakfı’na ait 45 erkek çocuğun 2012 -2015 yılları arasında cinsel istismarı olmak üzere, doğrudan ya da dolaylı olarak tarikat/cemaat yurtlarındaki istismar ve cinayetler gündeme geldi.

İktidar ortakları ve destekçileri her zamanki gibi kısa bir tereddütten sonra, eleştirileri “din düşmanlığı” diye kodlayarak karşı saldırıya geçtiler. Ancak hem yaşanan çoklu kriz hem de manevra alanının daralması nedeniyle geniş kesimlerde oluşan rahatsızlığı yatıştıramamış görünüyorlar.


***

Ben göz ardı edilen ya da yeterince üzerinde durulmayan birkaç husus üzerinde durmak istiyorum. Birincisi; yargının bu istismar ve cinayetlere dönük tutumu. Enes’in yaşamını yitirdiği süreçle ilgili olarak etkin ve yaygın bir soruşturma henüz açılmamış görünüyor. Muhtemelen bir intihar olarak değerlendirilecek. Benzer olaylarda olduğu gibi yargının ilk refleksi haberlere yayın yasağı getirmek oldu. Bu yasakların etkin bir soruşturmanın selameti için olmadığını önceki olaylardan biliyoruz. Oysa Enes’in sosyal medyada yayınlanan videosu ve sonrasındaki benzer açıklamalar, tüm dernek, vakıf, tarikat ve cemaat gibi yapılar tarafından işletilen izinli, izinsiz tüm yurtları kapsayacak etkili bir soruşturmayı gerektirmektedir. Kuşkusuz sadece hukuki aktivizmle çözülecek bir sorun değil. Hele yargı ve iktidarın ana kadro kaynağını bu yapıların oluşturduğu bir ortamda bu beklenti gerçekçi de değil. Ama hem olması gerekene işaret etmek, hem de nasıl bir sorunla karşı karşıya kaldığımızı vurgulamak için yargının tutumu da değerlendirilmeli.

***

İkincisi; zaman zaman bu yurt ve evler bir iyilik olarak işletenler tarafından finanse ediliyor gibi değerlendiriliyor. Oysa bunlar ya kamu tarafından fonlanıyor ya da çoğunlukla samimi duygularla destek veren kendi cemaatleri tarafından finanse ediliyor. Elde edilen devasa kaynağın belki küçük bir kısmı buralara ayrılırken, gerisi tarikat cemaat elitlerinin villalarının, Mercedeslerinin ve dudak uçuklatıcı lüks yaşamlarının finansmanına gidiyor. Sırf bu durum bile etkin bir suç soruşturmasını gerektirmektedir.

***

Üçüncüsü; sınıfsal boyut. Bu yurt ve evlerde kalanların önemli bir kısmı alt orta gelir grubuna mensup yurttaşlarımızın çocukları. Tek bir iktidar milletvekili ya da üst düzey bürokrat ya da iş adamı acaba 7-8 yaşındaki çocuğunu canhıraş savundukları yurtlara ve “sibyan mektebine” göndermiş midir acaba? Sadece tek bir gece o yapıya çocuklarını teslim edebilirler mi? Bu durum itiraz edenlerin olayı nereden yakalamaları gerektiğini göstermektedir.

***

Dördüncüsü; ülkemizi 15 Temmuz’a getiren sürecin muhalefet tarafından da iyi analiz edilememiş olması ve kamudan sürgün edilen laiklikle ilişkisinin güçlü bir şekilde ortaya konulmuyor olması. İktidarın kriteri açık; bu yapılar kendisine destek oluyor mu olmuyor mu? İster din istismarı, ister devlette kadrolaşma, isterse ekonomik açıdan Fetullahçı yapılanmadan hiçbir farkı olmayan yapılara inanılmaz alan açılıyor iktidar tarafından. Oysa belli bir güce ulaştıklarında devlete resmen talip olmaları o gücün doğasında var. Üstelik 15 Temmuz’un deneyimiyle bu yolda daha dikkatli adımlarla yürüyorlar. Asıl anlaşılmaz olan muhalefetin bir kısmının tutumu. Hâlâ denetimden, muhafazakârları tedirgin etmekten, özel yurtların denetlenmesinden bahsediyorlar. Hala laikliği ağızlarına alamıyorlar. Hatta bazı tarikatlarla araları pekiyi! Onlara koltuk, kadro falan da veriyorlar! Oysa bu rezillikler ortaya çıkınca endişelenenler endişelenmesi gerekenler bir avuç tarikat, cemaat, vakıf ve dernek ağababası ile iktidarlarını bunlara dayanarak sürdüren mutlu azınlık. Tabii ki eğer doğru bir siyaset tutturulursa…