Yurtta savaş, cihanda savaş

BEHLÜL ÖZKAN*

Türkiye’nin bugün yaşadığı krizin temelinde 90 yıl önce kapatılan emperyal parantezin tekrar açılmak istenmesi var. Başbakan Davutoğlu 1 Aralık 1996’da Yeni Şafak’ta yayınlanan köşe yazısında bunu en açık haliyle ifade eder: “Bugün Türkiye’nin en önemli dış politika meselelerinin temelinde de Osmanlı mirasını yeni politikalar için uygun dış politika zeminleri oluşturacak şekilde yorumlayamama başarısızlığı yatmaktadır. Eski defterlerin diplomasi tarihinin tozlu raflarından çıkarılmaya başladığı bugünlerde Türkiye’de bu hesapları kendi açısından yeniden yorumlamak ve alacaklı göründüğü hesapları yeni formlar içinde takip etmek zorundadır.” Emperyal ve yayılmacı zihniyetin iki cümlelik özeti. İslamcılar Misak-ı Milli, Lozan ve Cumhuriyet’e hep bu açıdan baktılar. Misak-ı Milli Anadolu’yu Ortadoğu’dan koparan sınır, Cumhuriyet ise Tanzimat’la başlayan modernleşme sürecinde düşülen bir çukurdu İslamcılar için. Almanların yaşadığı Versay sendromunun bir benzerini Lozan üzerinden kurguladılar. Son 14 yıl Misak-ı Milli sınırlarıyla, Cumhuriyet’in değer ve ilkeleriyle hesaplaşmanın, yeniden emperyal vizyon ve hedefleri pratiğe geçirmenin çabasıydı. Trablusgarp’tan Çanakkale’ye ömrünün önemli bir kısmı savaşlarla geçmiş Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi ürkek ve teslimiyetçi olarak tanımlanarak terk edildi. Yerine cesaret adı altında ülkenin geleceğiyle adeta kumar oynayan, öngörüden uzak ve sağduyudan yoksun dış politikayla bugüne gelindi: Yurtta savaş, cihanda savaş.

Müteahhit kafasıyla ülke yönetmek

Tarihten “alacaklı” olmanın ihtirasıyla Suriye’de iç savaşın tarafı olmanın şimdilik bedeli, 90 yıllık Cumhuriyet tarihinin toplamından daha fazla mülteciyi son 5 yılda kabul etmek. Coğrafi olarak Ortadoğu’nun bir parçası olmak yetmemiş olacak ki her anlamda Türkiye Ortadoğululaştırılarak otoriter bir rejim adım adım inşa edildi. Dış politikada ülke ve toplumun güvenliği bir kenara itilirken, liderin ve partinin çıkarları öncelikli hale geldi. Bunun en veciz ifadesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD’de Brookings Enstitüsünde yaptığı çok tartışılan konuşmada ortaya çıktı. Suriyeli mülteciler üzerine bir soruya Erdoğan’ın cevabı çarpıcıydı: “Suriye’nin kuzeyinde bir bölge ilan edelim… Biz müteahhitlik sektöründe iyiyiz. Mesela Almanya, yılda ben 10 milyar avro bu iş için ayıracağım.’ dedi, Sayın Şansölye bunu açıkladı, diğer ülkeler de devreye girsin, biz burada şehir kuralım.” Üç yüz binden fazla insanın hayatını kaybettiği Suriye iç savaşının tarafı olmanın sorumluluğunu üstlenmeyen Erdoğan’ın, her şeyi bırakıp kendisine yakın şirketlerin 10 milyar avroluk inşaat pastasından nasıl pay kapacağının peşine düşmesi çarpıcı, ama şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı değil çünkü “Yurtta savaş, cihanda savaş” yaklaşımına uzun zamandır aşinayız: 8 kişinin hayatını kaybettiği Gezi İsyanında Erdoğan kırık fayansların hesabını sorduğunda, 301 insanın öldüğü Soma faciası sonrasında Erdoğan’ın danışmanı madenci yakınlarını tekmelediğinde ve son olarak iç savaş görüntüleri içindeki Güneydoğu’da.

İç savaşın eşiğinde inşaatı düşünmek
yurtta-savas-cihanda-savas-128869-1.
Cizre, Silopi, Sur ve Nusaybin’de son aylarda şiddetli çatışmalar yaşanıyor. Güvenlik uzmanı Metin Gürcan aylardır iç savaşın eşiğine geldik diyor ve uyarıyor: Kent merkezlerinin savaş uçaklarıyla vurulması gündemde ve buna karar verilmesi halinde hem iç hem de dış politikada ciddi meşruiyet krizi yaşanır. Ülkenin geleceğine yönelik endişeler artarken, Başbakan Davutoğlu’nun “soğukkanlı” bir şekilde “inşaat” ve “mimari” konusunda düşüncelerini açıklaması çarpıcıydı, ama o da şaşırtmadı. PKK lideri Öcalan’la 2,5 yıl süren temaslar sırasında hendeklerin inşa edildiği ve şehirlerde tonlarca patlayıcının istiflendiği bilinirken, kamuoyu ve meclisten saklanan bu görüşmeler için Davutoğlu, “çözüm süreci aslında yeni bir inşa süreciydi” dedi. Ardından da “Sur’u bu haliyle bırakmayacağız. En güzel şeklinde inşa edeceğiz” diye inşaat firmalarına “müjdeli” haberi verdi. 2000 yılında cezaevlerinde 32 kişinin öldüğü “Hayata Dönüş” operasyonlarını hatırlatırcasına, Davutoğlu yıkılan Cizre ve Silopi’yi “özgürlük alanı” haline getireceğini vaat etti. “Teröre gerçek darbeyi” herkesin birbiriyle “selamlaşmasının” vuracağına inanan Başbakanın gerçeklikle kurduğu ilişki ülkenin geleceğine dair duyulan kaygıyı artırıyor.

Ülkeyi aile şirketi gibi yönetmek

Hayaller “özgürlük alanı” ise, gerçekler de aile “şirketi” olarak Türkiye. “Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa Türkiye de öyle yönetilmelidir.” Erdoğan’ın bu sözü, başkanlık sisteminden ne anladığına dair net bir mesajdı. Şirketlerin temel amacının daha fazla kar ve verimlilik olduğu ve buna ulaşmak için demokratik değil otoriter yönetim anlayışını benimsedikleri düşünüldüğünde; Erdoğan’ın “Yeni Türkiye” hayali toplumun önemli bir kesimi için kâbusa dönüşüyor. Anayasa Mahkemesi kararına “saygı duymuyorum,” akademisyenlere “aydın müsveddeleri siz karanlıksınız” diye seslenen Cumhurbaşkanı, diğer yandan da din adamlarına “defanstan çıkın ileriye koşun” diyor. Erdoğan “gerektiğinde asayişi tesis eden polis” olarak tanımladığı esnafıysa güvenlik elemanı olarak Türkiye şirketinin kapısına dikiyor.

Rabıta ve Körfez Sermayesi

Erdoğan’ın şirketleştirdiği siyasi düzenin ayakta kalabilmesinin olmazsa olmazı Körfez sermayesi. Erdoğan’ın Suudi Arabistan kralını karşılamak için neden uçağının kapısına kadar gittiğinin cevabı burada. Suudi sermeyesiyle Türkiye İslamcıları arasındaki ilişkiyi anlamak için Turgut Özal’ın başbakan olduğu 1983 seçimlerine kadar uzanmak gerek. 14 Aralık 1983’te göreve başlayan Özal hükümetinin iktidara gelir gelmez yaptığı ilk iş, 16 Aralıkta Suudi finans kuruluşlarının Türkiye’de faaliyet gösterebilmesi için gereken kararnameyi çıkarmak oldu. Bu kararname sayesinde Suudi bankalarından Al Baraka Korkut Özal ve Eymen Topbaş, Faisal Finans da Salih Özcan tarafından Türkiye’de kuruldu. Suudilerin Vahabi ideolojisini dünyaya yaymak için 1962’de kurdukları Rabıta’nın kurucuları arasında yer alan Salih Özcan, Suudilerin Türkiye’de en güvendiği isimlerden biriydi ve MSP’den 1977’de milletvekili seçilmişti. Uğur Mumcu Rabıta kitabında Al Baraka ve Faisal Finans’a ortak olan, bunların vakıflarında kurucu olarak bulunan ve Suudi sermayesiyle yakın ilişkiler kuran kişilerin uzun bir listesini yayınladı. 30 yıl önce basılan kitaptaki isimlere bakınca, birçoğunun ya siyasetçi ya da işadamı olarak AKP döneminde yıldızlarının parladığını fark ediyorsunuz: Sabri Ülker, Murat Ülker, Kemal Unakıtan, Hasan Kalyoncu, Cemal Kalyoncu, Mustafa Latif Topbaş, Abdullah Tivnikli…

1980’lerden itibaren Türkiye’ye giren Suudi ve Körfez sermayesi, ağırlığını giderek artırdı. Digiturk, Finansbank, Türk Telekom gibi şirketler Katar ve Suudi Arabistan tarafından satın alınırken, emlak ve inşaat sektöründe de Körfez sermayesi patlama yaşadı. Büyükşehirlerde son dönemde yapılan onlarca katlı gökdelenlerin sahipleri arasında çok sayıda Körfez şirketi var. Körfez sermayesiyle yakın ilişkiler kuran bürokratlarsa kariyer basamaklarında hızla yükseliyor. Efkan Ala Başbakanlık müsteşarıyken Suudi şirketi Oger Telekomünikasyonu temsil etmek üzere Türk Telekom’a denetim üyesi olarak seçildi. Belli ki Suudi şirketi kendisini en iyi temsil edecek güvenilir isim olarak, daha sonra İçişleri Bakanlığına gelecek Efkan Ala’yı görmüştü. Geçtiğimiz günlerde Merkez Bankası başkanlığına atanan Murat Çetinkaya’da Al Baraka Türk ve Kuveyt Türk gibi İslami bankalarda yıllarca üst düzey görevlerde bulunmuş bir bankacı.

Arabesk kapitalizm

Türkiye’de inşa edilen Arabesk Kapitalizmin temel harcı Suudi ve Körfez sermayesi. Erdoğan 2010’da “bizim için AB ne ise, Suudi Arabistan odur” demişse de, aradan geçen 6 yılda Riyad Ankara’ya Brüksel’den çok daha fazla yaklaştı. Türkiye Suudi Arabistan’la birlikte Suriye’de Fetih Ordusu kurdu, Suudilerin liderliğindeki İslam Ordusuna girdi, Suudi savaş uçakları İncirlik üssüne geldi.

Ancak esas yıkıcı olan, iktidara egemen olan Körfez zihniyetinin Bursa, İstanbul gibi Bizans ve Osmanlı mirası şehirleri talan etmesi. Cumhuriyetin başkenti Ankara’nın ortasına Körfez emirliklerini andırır şekilde saray inşa edilmesi. Erdoğan’ın “önünde cami bile olsa eğer yol oradan geçecekse, biz o camiyi yıkarız” sözüyse, Körfez zihniyetinin ne ölçüde baskın olduğunu gözler önüne seriyor.

AKP bir yandan Ortadoğu’daki köktendinci terörün ve kötülüklerin önde gelen sorumlusu Suudi Arabistan’ın kurduğu İslam ordusuna yazılan, diğer yandan tarihten alacaklar çıkarıp emperyal hayal tacirliği yapıyor. Çelişki sadece bununla sınırlı değil. 14 yıllık iktidarın sonunda yolsuzluklara, maden kazalarına, İslamcı vakıfların yurtlarında çocuklara yapılan taciz ve tecavüzlere rağmen “AK” Parti diyerek temiz kaldıklarını iddia etmekte ısrarlılar. Her şeyin kirlenmiş, ak olan hiçbir şeyin kalmamış olmasına, ürkütücü ahlak erozyonuna rağmen neden bu ısrar? İstanbul inşaat firmaları tarafından talan edilirken, “bu aziz şehre hançer gibi saplanan hiçbir eser yapılmayacak” diyen Başbakan Davutoğlu gibi, gerçeklikle yüzleşmekten kaçabilmek, müsamere dünyasında huzur bulabilmek için mi?

* Yrd. Doç. Dr., Marmara Üniversitesi