Trabzon’u çok iyi bilirdi. Ursula’dan dolayı İsviçre dağlarını çok iyi bilirdi. Düzene hayranlığı ve tepkisi, taşların numaralandırılmış olduğunu iddia etmesiyleydi, ineklerin dahi bir düzen içinde otlanmasından bahsederek

Yusuf Ağabey burada değil,  ben neredeyim o zaman?

Artin Demirci

15Eylül’müş, bu dijital makineler senin ayrıca kaydetmene gerek bırakmıyor. 15 Eylül 2018.

Yusuf, Bakkal Kuzguni’nin önünde, plastik bira kasasını ters çevirip oturmuş, sayısal loto kağıdı elinde, kalemiyle işaretliyor. Resim çizmiyor.


Basıyorum deklanşöre. Muzip bir yaşama sevinciyle yapıyorum bunu; “Eline kâğıt geçtiğinde desen değil de loto oynadığının resmidir” diye. Buna karşı alıştığım o aşırı tepki yok. Çekme, demiyor. “Eee...” diyor, o kadar.
Öfkelenmeyi şiirsel kılan adam, öfkelenmekten vaz mı geçmiş? Makinemde değerini henüz bilmediğim bir belgeyle devam ediyorum yoluma.

Şimdi bakıyorum da, Yusuf Ağabey burada değil, ben neredeyim o zaman?

O günden sonra karşılaşmadık. Günlük rutinlerimizde hep yolumuz kesişirdi. Bostanda yürürdüm, ağaçlar, bitkiler, kuşlar iyi gelirdi bana. Ursula’yla beraber yürürken görürdüm onu.

Her turun sonunda bir çakıl taşı koyardı kenara. Ursula yapmazdı bunu, o taşı, o koyardı. Uzun zamandır ben de yürümedim, ağaçlara, bitkilere, kuşlara ilgim sönmemişti ama faydasını da ihmal eder olmuştum. Onlar yürüdüler mi?
Sonra sorar olmaya başladım bir haftadır.

Bir sırrın ifşasına sebep olmanın lanetinden sakınır gibi, cevaplarla karşılaştıkça içim sıkıldı.

Bedri Rahmi’nin öğrencisiydi. Hocasını severdi. Çok yönlü bakardı hayata. Ufak tefek icatların peşindeydi. Mevlana aşkı, Mevlevî figürü yapıp, ufak metal parçacıklarından kesip, büküp, altına mum yakıp dönüşü gerçekleştirmek onu mutlu ederdi. Mevlevîler dönerdi.

Buluntular, buluntulardan bir şeyler yapmak heyecanlandırırdı onu. Bulduğu hafif bir ahşap parçasını pervaneye dönüştürmek gibi... Ayrı hikâye.

İyi desen yapardı, modeli zorlamadan, ağırlık hissettirmeden, sanki kendiliğinden oluyormuşçasına. Yaptığı yerde bırakırdı desenlerini çoğunlukla.

Kuzguncuk’ta Çınaraltı Kafe’de hâlâ duran portre desenleri gibi... Can Yücel, Güler Yücel, Gazi Ünsal, Fatih Aruoba, Cengiz Bektaş, işletme sahibi Kadir, Nuri, garson Savaş ve Çınaraltı müdavimleri...

Onlar ve tüm desenleri bir kitapta toplanır mı? Bir bakıma Yusuf’un günlüğü, anıları gibi olur...

Marifetli bir adamdı. Yoktan var ederdi. Bir kâğıt parçası, kötü kotarılmış bir tuval, yoksul bir masa, şövale...

Giacometti’nin davrandığı gibi ama Trabzonlu... Kötü zeminde bile istiridyenin incisi görünürdü yaptığında, yaptıklarında.

Harmony Galeri’de sergiler açardık. Bizim dönemimizde genç ressamlara yer açmaya çalışırdık. O, sergilere gelip bakar ve tutumlu konuşurdu.

Marifeti önde gözüken bir ressamın sergisiydi. “Sen marifeti marifet mi sanıyorsun,” demişti. Varsın ressam düşünsün artık. Çünkü resim yapmak için düşünmek ve çalışmak gerek. O da bundan emindi.

Bir başka sergiye bakıp “Sen marifetsizliği marifet mi sanıyorsun,” sorusunu sormuştu. Marifetsizliğin resmini yapmak kolay değildir belki.

Trabzon’u çok iyi bilirdi. Ursula’dan dolayı İsviçre dağlarını çok iyi bilirdi. Düzene hayranlığı ve tepkisi, taşların numaralandırılmış olduğunu iddia etmesiyleydi, ineklerin dahi bir düzen içinde otlanmasından bahsederek.

“Her şeyi görüyorum. Trabzon’dan bakıyorum. Elimden gelen bu...” demek o kadar mütevazı ve bir o kadar büyük iddia.
Paletinde resim sistemine dair bir şey söylemek pek kolay değil. Rengi, Bedri Rahmi kadar düşündüğünü zannetmiyorum. Karadenizlilik karakteri, sınıflandırılabilir mi?

Orhan Peker resminde renk düşünülebilir. Görünür. Arkadaşı Burhan Uygur’da da. Renk katkısını çağırmayı düşünmemek, sade olanı parlatır. Çizginin ve biçimin virtüözlüğüne yer açar. Pantomimde, horonda olanaklar sınırlanabilir. Dolayısıyla palet yalın biçimde daha iyi hizmet eder. Resimde eksik söylemek de güzeldir.
Tuvallerine baktığımda bunlar içimden geçen.

Ona sorarsan hep canı sıkkın. Önünde bir kâğıt, bir tuval olduğunda ise sıkılmaya vakti yok.

Çocuk heyecanıyla, ne yaptığından emin yetişkinliğiyle, sonuç onun da merakı.

Tutku her şeyin ilacı.

Ortaya çıkan resim onun elinden çıkmış –şimdilik- en iyi şey.

“Kim bakıyor?”

“Sizin için yaptım, farkında mısınız?”

Sevdiği şeyleri gerçekleştirmek onun işiydi. Resmi sevdi, Ursula’yı sevdi, sigarayı sevdi ve tüm sevdikleri ondan memnunken bırakıp gitmesi hepimize zor geldi.

***

Güzeldi Yusuf zamanı


Orhan Alkaya

Yusuf Katipoğlu ressamdı, esaslılarından, hakikatlılarından.

Trabzon’un efsanevi Haluk Ongan’ıyla çalışmış olması, hak edilmiş olarak onu tiyatrocu da yapıyordu. Yusuf hayatının bu kompartımanını, hiç unutmadığı Emmanuel Robles’in Montserrat’sındaki Ongancı tiyatroculuğunu çok severdi.

Günübirlik denk gelişlerimizde, “Beni ne zaman oynatacaksın,” demekten geri durmazdı.

Ergin Kolbek’le pantomim çalışmış olmak da, birçok Akademili gibi Yusuf’un unutulmazlarındandı.

Zaten bizim arkadaş olduğumuz ressamların, heykeltraşların hiçbiri yalnızca ressam, yalnızca heykeltraş değildi.
Ergin Kolbek Akademi’nin çatısından atlamıştı. Öldü.

Haluk Ongan 53 yaşında yeni bir projesini sürdürürken öldü.

Yusuf onları hep içinin içinde taşıdı.

Gezi’nin en güzel resimlerinden birini yaptı, itinayla sakladı. “Birikim”inin en değerli parçalarındandır.

Aşkına hep âşık oldu. Ursula onun mütemmim cüzüydü.

Çalı çırpıdan iskelet yapar, küçültüp küçültüp mini minnacık bir nesneye hayat katardı.

Varlığını ancak yokluğuyla hissettirecek kadar organik bir adamdı Yusuf.

Giderken arkasında ağlayan bir mahalle bıraktı.

Yusuf zaten kocaman bir mahalleydi.

Sık sık sokağa çıkardı.

Adamakıllı adamdı.

Di’li geçmiş zaman, bütün varlığıyla zamana akan insana yakışmaz aslında. Belki hikâyesi o zamanın...

Bize de cân-ı gönülden bir hikâye kaldı Yusuf zamanından.