Yusuf Cengiz

Topraktı her yer, ziftle yapılan karayolu şehir içine girmemiş, bir parka taşlı yol bile yoktu. Taştandı cadde, şehrin ortasından geçiyordu, aşağıdan sessiz mavi bir ırmak akıyordu, Munzur diye. Şehir, top sahası, toz içindeydi, dönemin siyasal düşünceleri toz bulutu içindeydi; üç dünya teorisinden halk savaşına, suni dengeden milli demokratik devrime.
Sabahları Kırmancki dualarla uyanan, sokakta aynı dilde küfürlerle oynayan, Türkçe’ye siyah önlüklere bürünme zamanı geldiğinde ancak ısınan çocuklar, bakkal dükkanlarından alıyordu okul malzemelerini. Bıyıkları sararmış, köyden yeni gelmiş, esmer yüzlü köylü adamlar, kocaman nasırlı elleriyle, beyaz uzun gofret kutularının yanındaki rafların arkasından nazikçe indirip -sanki bir bildiriymiş gibi- ucuz sarı çizgisiz kağıtları çocuklara veriyordu. Çocuklar -hep gülen yüzleriyle- yalnızca şekilleri değil hayallerini de bu sarı kağıtlar üstüne çiziyor, ince defterlere ilk harflerini -eğri büğrü de olsa- karalıyorlardı.

İlk kırtasiye, o tozlu günlerde bir toprak yol üstünde kuruldu, o yılları mimarisine uygun şekilde sanırım tenekeden bir baraka içindeydi Erdal Kırtasiye. Bir rafta defterler, kalemler, silgiler, kalem açacakları, mürekkepler, divitler, öte tarafta oltalar, misinalar, kancalar, naylondan yemleriyle balıkçılık malzemeleri vardı. Barakanın ön camında, kapağında gözalıcı resimleriyle ortaokul ders kitapları ve dünya edebiyatının ilk defa duyduğumuz klasikleri bize bakıyordu. Burayı, bir öğretmen, TÖB-DER kökenli biri, Yusuf Cengiz kurdu, tıpkı bugünkü gibi, pos bıyıklı, gülen yüzlü, genç bir adamdı.
12 Eylül geldi, o kalın toz tabakası, bir anda çamura ve kışa yenildi, zifiri bir karanlık çöktü ülkenin ve küçücük şehrin üstüne, bu defa o kırtasiyenin camında Her Yönüyle Tunceli diye bir kitap vardı, Yusuf Cengiz o karanlık günlerde babasının, dedesinin, bölgesinin tarihini, kültürünü, geleneklerini, coğrafyasını, bitkilerini, hayvanlarını, insanlarını, o tozlu geçmişin içinden çıkarıp, yazıya dökmüş, kaydetmiş ve dünyaya duyurmuştu. Kapağında Munzur nehrinin olduğu o kitap, o camın arkasında yıllarca durdu.

O küçük şehrin olmayan ticaret ve sanayisi dendiğinde akla gelen ilk isim oldu. Ticarette o kadar etkili bir yer edindi ki esnaflar dendiğinde onun ne dediğine herkes bakar oldu. Esnafın temsilcisi olarak yıllarca odada etkili çalışmalar yaptı. Festival toplantıları, demokrasi platformu etkinlikleri, sokak eylemleri, mitingler, basın açıklamaları nerde ise Yusuf hoca ordaydı. Bu yorucu çalışmalar içinde, tekleyen kalbine rağmen, ÖDP il başkanlığı gibi bir yükün altına da seve seve girdi.

Ölüm oruçları başlamıştı. Devlet “hayata dönüş”e hazırlanıyordu. Kentte pek çok ailenin çocuğu içeride, açlık grevinde, aileler ise bıçak sırtındaydı. Yusuf hoca hem şehrinin ileri gelen bir ticaret adamı, hem ÖDP il başkanı, hem aydın bir yurttaş olarak TKP il binasında düzenlenen açlık grevine tereddütsüz girdi. Elinde kızıl karanfillerle insanlar, parti binasına gelip, alnına kızıl bantlar takan açlık grevcilerine destek veriyor, parti binasını gözetleyen polis telsizlerle gelişmeleri merkeze bildiriyordu. O zamanlar şehrin güvenlik şube müdürü açlık grevinden çok Yusuf hocaya şaşırmıştı. Bu adam İstanbul’da olsa DYP il başkanıdır, burada açlık grevi yapıyor diye hem saygısını, hem şaşkınlığını ortaya koyuyordu.

Geçen yıl ormanlar gökten atılan bombalarla yakılıp, hayvanlar -tıpkı insanlar gibi- göçe zorlanınca, elinde kazma kürekle, dağlara çıkıp, yangını söndüren, toz toprak içinde insanlık dersi veren kafileler içinde yer alan, sıradan biriydi Yusuf hoca. Üstü başı, elbisesi, bıyığı, gülümseyen gözleri küle bürünmüş, ama o hiç yorulmadan, o eski ve yorgun –kim bilir kaç kez yakılmış- dağlarda yangın söndürmüştü. O emniyet amiri, şehirde olsaydı eğer, buna daha çok şaşardı.
Şu yazdığımız gazete, şu okuduğunuz satırlar, biraz da onun sayesindedir. BirGün’ün kurucularından, önemli destekçilerindendi. Önceki gün birdenbire, insan için, kurt için, ağaç için, böcek için, hapiste yapa yalnız kalmışlar için atan sevgi yüklü kalbi durdu. Dağ ağladı, kuş küstü, yakılmış ağaç selama durdu. Yemyeşil ve apaydınlık bir gündü, yarım yüzyıl boyunca emek verdiği öz halkı toplandı, bir büyük halka oluşturdu, bağrına bastı, adı miras kaldı herkese.