Derwall, Milne ve Piontek’ten sonra, Türkiye’de futbolun sistemsel ve prensipler dahilinde bir antrenör, teknik danışman, kulüp başkanı ve Federasyon Başkanı hüviyetinde biri çıkıp yön vermek amacıyla herhangi bir etki yapmadı yapamadı.

Türkiye’de futbol, var olan sistem içinde nemalanmak kurgusu üzerine bir organizmaya sahip çıkan, onu koruyan ve hiçbir şekilde tartışmaya açılmayacak şekilde bir seviyede tutan ki bu seviyenin de olması gereken olarak manipüle eden bir grup tarafından yönetilmektedir.

Saha içi ve saha dışı hiç olmayacak kadar bu konuda senkronize hareket etmektedir! Var olan yönetimlerin donanımlarının eksikliği, her zaman saha içindeki yetersizlikleri göstermeyen mutlu azınlık tarafından yönlendirilerek bir kültür ortaya koymaktadır. Ama bu kültür, küresel değerler ile çelişen, üretimden uzak, tamamen manipülasyon üzerinden nemalanma içeriğine sahiptir.

Alan memnun, satan memnun…

İşte bu koşullar içinde yetenekli oyuncu bulup ortaya çıkarmak ve onun tamamlayıcı çalışmalar çerçevesinde üst seviyelere çıkartmak neredeyse imkânsız hale gelmektedir.

Finansal fair-play sayesinde, bizim kontrol altına alamadığımız kulüpleri UEFA tarafından kontrol altına alınması, genç oyuncuların zorunluluktan oynama şansı bulmasına neden olmuştur.

Bu oyuncuların oynaması tabii ki bizim için bir şans, ama oynamalarına rağmen bu sistem içinde kalarak gelişememeleri de o kadar büyük şansızlık.

Gerekçesi ise, futbolun tüm kurgusu manipülasyon üzerinden skorboarda yapılanmasıdır.

Bu aslında teknik adamların da işine geliyor. Nasıl olursa olsun kazanma histerisi piyasalar tarafından satın alınıyor (piyasa ekonomisi!). Şaka bir yana, kulüp taraftarları tarafından satın alınıyor. (Kültürel alt başlık!)

Hal böyle olunca sahada, tribünde ve evdeki beklenti tamamen galibiyet üzerine oluyor. Buradaki sakınca; futbolun küresel değerler üzerinden sürdürülebilir başarı ve istikrarın bir türlü yakalanmamasından dolayı kimsenin bir kaygı taşımamasıdır.

İşte bu kaygının taşınmaması genç yeteneklerin tam donanımlı yetişmelerine de engel olmaktadır.

Eksik kalıyorlar…

Sonucunda, hiçbir Türk takımının Şampiyonlar Ligi’nde son 16’ya kalması ve Avrupa Ligi’nde final oynaması artık imkânsız hale gelmiştir.

Mevcut yetenekli oyuncuların da Avrupa’da asistan ligler denilen Fransa, Hollanda ve Belçika liglerine ya da majör liglerin orta seviye takımlarına transfer olmaları gayet doğaldır. Para olarak transfer aralığı da bellidir.

İşte bu ortamı yakalayan tüm genç oyuncular satılmalıdırlar!

Çünkü bu bir yatırımdır ve karşılığını biz değil ancak onlar bulabilirler. Bu yetenekli oyuncuların gelişimi oralarda mümkün olur.

İşte Yusuf için de tüm bu koşullar geçerlidir.

2012 yılında Trabzonspor’un altyapısına giren Yusuf’un, 2019 yılında sıfır maliyetle 16,5 milyon avroya satılması, olması gereken maksimum seviyede gerçekleşmiştir.

Bu kadar yetenekli bir oyuncuya ne Trabzonspor ne de herhangi yerli bir teknik direktörün verebileceği bir şey kalmamıştır.

Trabzonspor’un ve Milli Takımın takım olarak inişli çıkışlı performanslarına rağmen, Yusuf özellikle Sosa’nın gelmesiyle beraber iyi bir çıkış yakalayarak bu seviyeye geldi.

Ve gitmesi gerekiyordu… Hem de bu sene…

Eğer bu transfer gerçekleşmemiş olsaydı, öncelikle Yusuf için sonrasında Trabzonspor için ve Türkiye futbolu için ciddi bir fırsatın kaçırılmış olacağı anlamına gelecekti.

Futbolda zamanlama her şeydir.

Trabzonspor dahil, Türkiye’de hiçbir takımın mevcut bu koşullar içersinde Avrupa’da majör liglerin ilk beş takımına 20-25 milyon avro ile oyuncu satması şu an için mümkün gözükmemektedir. Muhakkak ara geçiş takımları vasıtasıyla bu transferlerin gerçekleşmesi gerekiyor. En iyi pazar, asistan lig olarak kabul edilen Fransa, Hollanda ve Belçika ligleridir.

Yusuf gibi bir yeteneğin önünün açılması aynı zamanda bir misyon olarak Türkiye futboluna öncülük edecek içeriğe sahiptir. Umarım bunun farkında olup gelişim için büyük çaba sarf eder. Çünkü gelişmesi için her türlü yeteneğe sahip olması onun için büyük avantajdır.