Kişinin kendisini “evinde” hissedebilmesi için birtakım bağlara ihtiyacı var. Ancak bu bağlar yalnızca kişiler arası ilişkilerle kurulan bağlar değil aynı zamanda yaşanan yerle, eşyayla kurulan bağları ifade ediyor.

Yuvanın yeniden inşası: Deprem sonrası zorunlu göçün psikolojik etkileri

Psikoterapist - Büşra KÜÇÜK

Deprem sonrası yaşananlar insan için o kadar büyük ki bunları idrak etmek, varoluşta bir yere konumlandırmak ya da kabul etmek çok zor. Verilebilecek tavsiyelerin hepsi eksik, anlamlandırma çabalarının hepsi bana kalırsa şu an için yetersiz kalıyor. Kitlesel travmatik durumlarda, ruhsallık travmatik darbe ile oluşan delikten/yırtıktan akıp gitme tehdidi altında kalmıştır; içselleşen bir kara kitle yabancı cisim gibi ruhsal sistemi kendine doğru emmektedir (Breuer ve Freud 1895, Freud 1920). Travmanın her kişinin öyküsünde başkaca etkileri olduğunu, herkes için ruhsallıkta oluşan yırtığın başka başka biçimlerde dikilebileceğini akılda tutarak konuyu hafife almamak, iyi anlamak ve konuya doğru yaklaşmak gerekiyor. Acı karşısında ne yaptığımız, ruhsal olarak onu nasıl işlediğimiz, varoluşun parçası olan ölüm ve kaybı nasıl yaşadığımız şüphesiz biricik deneyimlerimizde zamanla yerine oturacaktır, ancak bugün içinde bulunduğumuz kitlesel travmada bunları yazarak anlamaya çalışmanın da psikolojik müdahaleleri yeterli görmenin de tek başına iyileşme getirmeyeceğini ve iyileşmeye dönük bir formül veremeyeceğini baştan kabul ediyorum. Tüm bunları yazarken ise temas ve eşlik etmeye çalışmak dışında bir amaç gütmüyorum.

Deprem ya da herhangi bir travma sonrası zorunlu göç, kişinin ruh sağlığında oldukça büyük etkilere sahip bir olgu. Hayatın altüst oluşunu göç etmek zorunda kalarak deneyimleyenlerin ruhsal canlılıklarının köklerinden sökülüp koparılmış, başka bir iklime, yabancı topraklara dikilmiş ağaçlar gibi kurumaya yüz tuttuğunu, yeşermek için büyük çabaya ihtiyaç duyduğunu, bunun bazen aylar, yıllar, bazen bir ömür sürdüğünü biliyoruz. Kolayca geçebilecek bir ruhsal yaradan değil, ne kadar sarmalansa da uzun zaman kanamaya devam edecek, sızısı dinmeyecek, benliğin bir parçası olarak bünyede yer edecek bir ruhsal yarıktan bahsediyoruz. Tabiatın sarstığı yerküre aslında tüm zeminlerde bir kırılma, kayma, sarsılma yaratıyor. Ölen, kaybolan insanlar olduğu gibi bir de sürüklenen insanlar var. Başka bir şehre, başka bir habitata, başka ilişkilerin olduğu, yaşamın başka biçimde aktığı dünyalara...

Biz ruh sağlığı uzmanlarının depremden sonra en çok çalışacağımız konular kayıp ve yas, zorunlu göçün yarattığı aidiyet sorunları, köksüzlük olacak sanıyorum. Kişinin uzun süredir yaşamakta olduğu yerden yeni bir yere yerleşmek üzere taşınmasının zihin üzerinde sürekliliği bozucu bir etkisi vardır. Durumun ne kadar travmatize edici olduğu, taşınmanın olduğu yaşa, kökensel yere bağlanmanın derinliğine, oradan ayrılma kararının ne denli seçilerek verilmiş olduğuna, böyle bir değişim için beklenen planlara, ayrılıklara katlanmakla ilgili ruhsallık içi yetilere ve yerleşilen iki yer arasındaki farkın büyüklüğüne bağlıdır (Grinberg ve Grinberg, 1989; Akhtar, 1999a). Deprem gibi doğal afetlerde olduğu gibi göçün zorunlu olması, etkileri açısından bir travma olarak yaşanmaktadır, çünkü yaşanan bir nevi sürgündür.

Biliyoruz ki kişinin kendisini “evinde” hissedebilmesi için birtakım bağlara ihtiyacı var. Ancak bu bağlar yalnızca kişiler arası ilişkilerle kurulan bağlar değil aynı zamanda yaşanan yerle, eşyayla kurulan bağları ifade ediyor. Aniden yerle bir olan şehir, ev ve yaşantı; kolayca tekrar inşa edilemeyecek bir bütünlük hissini içinde saklıyor. Bu bütünlük hissi; kaybolan hayat akışının, yaşanan sosyal çevrenin, ait hissedilen günlük işleyişin, tanıdık fiziksel çevrenin, beğenilerek satın alınmış bir biblonun, anısı olan bir koltuğun ve daha pek çok şeyin içinde bulunduğu kocaman bir hatıra sepeti. Yuvayı yuva yapan her ne varsa bu sepetin içinde ve onu kaybetmek geçmişi kaybetmekle eşdeğer görünüyor. Her taşınma ile ilk bağımsızlaşma hareketini, anne baba evinden gidişi yeniden üretiriz. Ve anne babalarıyla birlikte taşındıkları zaman küçük çocuklar da ilk büyük yolculuğu, doğumu tekrar ederler... Açıktır ki bağımsızlık ya da doğumda, nereye gittiğini bilmek ve geçişin hazırlanabilmesi iyi olacaktır. Yoksa sanki gitmemiş gibi yapılır (Eiguer, 2013). 1999 depreminde yaşadığı şehirden göç eden insanların bir kısmının çok geçmeden aynı yere geri döndüğünü biliyoruz. Çünkü gitmek için hazır olmayan, gitmek zorunda kalanın gidişi belirsizliğe fırlatılmak gibi yaşadığını söyleyebiliriz. Eiguer’in de değindiği gibi “taşınmak nesnelerin bir yerden bir yere aktarılmasından çok, sonra yeniden örülmek üzere ruhsal ipliklerin, bağların ‘sökülmesi’ne benzer.” Ve bu iplikler bir gecede ortasından kesilmişse onları tekrar örmek bireyin kendi başına altından kalkamayacağı bir şey olabilir. Tabii burada kastettiğim bu bağların bir daha asla örülemeyeceği değil, örülmesi için zamana, toplumsal ve sosyal kaynaklara ihtiyaç olduğu.

Zorunlu olarak yer değiştirme pek tabii uyum sorununu da beraberinde getirebiliyor. Yeni yere ve değişen düzene uyum sağlamak için birtakım ruhsal baş etme mekanizmaları işlemeye başlıyor. Travmatize olmuş kişiler ruhsal ve fiziksel ıstırapla boğuşurlar; bu acıyı anlamak veya dile getirmek onlar için çoğu zaman zordur. Acılarını, çözülmüş bir zihinsel durum, fiziksel acı veya diğer somatik deneyimler ve işlev bozuklukları, bunaltıcı düşünce ve duygular, davranış eğilimleri ve ilişki tarzları, yaşam biçimleri şeklinde ifade edebilirler. Hem erken dönemdeki hem de daha sonra yaşanan travmaların etkileri pek çok tanı kategorisinin belirtileri olarak ortaya çıkabilir. Travmanın psikiyatrik hastalık olarak dışa vurulmasına ayrıca depresyon, bağımlılık, yeme bozuklukları, kişilik bozuklukları ve kaygı durumları örnek gösterilebilir (Leuzinger-Bohleber, 2012; Purnell, 2010; Taft, Kaloupek, Schumm, Marshall, Panuzio, King, Keane, 2007; Vaage, Thomsen, Silove, Wentzel-Larsen, Van Ta, Hauff, 2010; Vitriol, 2009 akt. Varvin, S., 2018). Dolayısıyla depremle yaşanan travmanın sağlıklı biçimde ele alınabilmesi; travma yaşayanlar için yalnızca psikolojik ilk yardımın değil ulaşılabilir kapsamlı ruh sağlığı hizmetleri ihtiyacının karşılanmasıyla kolaylaşabilir. Devlet organlarının bunu karşılamakta yetersiz kaldığı zamanlarda ruh sağlığı alanının kendi içerisindeki dayanışması da önem kazanır. Ruh sağlığı alanının dışlayıcı değil kapsayıcı bir çatı olabilmesi, kendi iç savaşını ve çıkar çatışmasını bir kenara bırakarak travmaya müdahalede birleşmesi elzem. Yaşadığımız travma olağanüstü büyüklüğü ve etkileriyle psikologlar, psikolojik danışmanlar, psikiyatristler ve tüm ruh sağlığı çalışanları olarak kol kola mücadele etmeden üstesinden gelinebilecek gibi de görünmüyor. Bunu söylerken travmanın tek çözümünü ruh sağlığı alanının omuzlarına yüklemek gibi bir derdim asla yok. Toplumsal bir konuyu yalnızca psikolojik etkileri üzerinden konuşmak ve çözmeye çalışmak şüphesiz eksik ve hatalı olur. Travma sonrası yaşanacak psikolojik etkiler bizlerin konusu olabilir fakat esas çözümün insan eliyle inşa edilen travmayı önleyecek politik dönüşümden geçtiği gerçeğini görmezden gelemeyiz.

Evi yuva yapan en temelde güvenilirliğidir. Tekinsiz bir ev, yuva hissi değil kaygı verir. Bugün biz İstanbul’da yaşayanlar da şehrin bizim tekinsiz evimiz olduğu gerçekliğini artık kabul etmemiz gereken zamanlardayız. Kabul edince ne oluyor? Elimizde kocaman bir çatışma oluyor; gidecek yani sürgün mü olacağız, kalacak yani kaygıyla mı boğulacağız? Hepsi birbirinden şahane bu seçeneklerde gitmek de kalmak da çok zor. Böyle hoyratça hırpalandığımız düzen içerisinde üretmek, canlanmak, nefes aldığını hissederek ferahça yaşamak –belli bir ekonomik zümreye ait değilsek– tarafımıza uğramıyor. Kısa bir süre uğrasa da asla sürdürülemiyor.
Travmanın her an hepimiz için kapıda olduğu ve bunun maalesef bizler için oldukça alışıldık bir şey haline geldiği bir coğrafyada en çok ihtiyacımız olan güvenmek. Tek bildiğim ve güvendiğimse dayanışmak; bu bataklıktan çıkacaksak birbirimizin elinden tutarak çıkacağız. Bu bataklığı kurutacaksak hep birlikte kurutacağız. Tüm bu acının içinde bir çiçek açacaksa onu biz yeşerteceğiz. Yıllar içinde çok iyi öğrendiğimiz gibi; ya hep beraber, ya hiçbirimiz!

Kaynaklar
Akhtar, S. (1999a), Immıgration and Identity: Turmoil, Treatment, and Transformation. Northvale, N. J.:Jason Aronson.
Breuer J, Freud S (1895) Studies on Hysteria. SE, 2: 1-324.
Eugier, A. (2004). Evin Bilnçdışı. Bağlam Yayınları.
Grinberg, L., ve Grinberg, R. (1989), Psychoanalytic Persvectives on Migration and Exile. New Haven, CT: Yale University Press.
Varvin, S. (2018), “Mültecilerin İnsanlıktan Uzaklaştırılması: Sürgünlerin İmtihanı”. Bilen, N. K. (Ed.) Psikanaliz ve Göç. İthaki Yayınları.