Peki, haksız hukuksuz bir tutukluluğun 100 gününü 100 soruda nasıl, kim ya da kimler anlatabilir?

Yüz soruda hukuk dersleri
Çizim: Murat Başol

Ülkemizin en önlerdeki edebiyat eleştirmenlerinden Fethi Naci’yi 23 Temmuz 2008’de yitirdik. Eksikliği hâlâ hissedilir, yeri hâlâ doldurulmuş değildir. Sosyalist gerçekçiliğin, bilgili, bilinçli bir savunucusuydu. Fethi Naci uzunca bir süre yayıncılık da yaptı, Gerçek Yayınları’nın 100 Soruda dizisi, o yıllarda birbiri peşi sıra çevrilen teorik eserlerin bir anlamda ülke koşullarında değerlendirilmesi gibiydi. Bir konuyu, bir sorunu 100 soruda anlatmak zordur, ama Naci’nin 100 Soruda dizisinin yazarları ilgi ve uzmanlık alanlarında, ekonomide, politikada, edebiyatta Türkiye’nin önde gelen aydınları, entelektüelleri arasında yer alıyorlardı.

Peki, haksız hukuksuz bir tutukluluğun 100 gününü 100 soruda nasıl, kim ya da kimler anlatabilir? Biliyoruz, yargılayanların tümü hukuk diplomasına sahiptirler. Ama bir kesimin verdikleri kararların hukukun temel ilkeleri ile uyuşup uyuşmadığı konusunda kararları okuyanlar inceleyenler özellikle de ülkenin önde gelen duayen hukukçuları “Evet yargılama doğru dürüst yapılmıştır, iddianamede yer alan delillerin gerçekten delil niteliği taşıyıp taşımadığı ciddiyetle incelenmiştir, yargılama usullere uygun yürütülmüştür” diyemiyorlar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm edilen Osman Kavala için verdiği, derhal tahliye ve hükmün iptali kararının çok basit kelime ve gerçekten inanılmaz mantık oyunları ile uygulanmamasını da anlayamıyorlar.

VİCDANSIZLIK VE CİZDANİ KANAAT

Geçen 100 günü 100 soruda hakkıyla anlatabilecek olan ötekiler, yargılananlardır. Onlar 100 soruyu sordular yanıt bekliyorlar. Kimden? Yargılayanlardan mı? Sanmıyorum. Bizim ülkemizde adalet mekanizması evvel eski ya da pek çok durumda diyelim, siyaset mekanizması ile başka türlüsü olamıyorsa dirsek temasını hiç kaybetmez. Bu durumu veciz bir şekilde ünlü Yassıada Yüksek Adalet Divanı Başkanı Salim Başol dile getirmiş, mahkûmiyet kararlarını “Sizi buraya getiren siyasi irade böyle istiyor” diye gerekçelendirmiş, hukuk tarihimize hançer darbesi bir “aforizma” armağan etmiştir. Kuşkusuz bu her zaman böyle açık sözlülükle dile getirilemez; peki o zaman delil yoksa ya da hükmü haklı çıkarabilecek yeterlilikte değilse, yargıçların duruşma salonunun kapısında bırakmaları gereken siyasi ya da dini ya da duygusal inançları ile birlikte kürsüye çıktıkları nasıl gizlenecek? Bunun yolunu yasa koyucu bulmuş yargıçlara diledikleri gibi yorumlayıp kullanabilecekleri bir “vicdani kanaat” esnekliği armağan edilmiştir. “Kanıt bulunamadı ama ben suçluluklarına kani oldum kanaatim bu yöndedir” denildiğinde kim ne diyebilir ki. Kuşkusuz “vicdani kanaat” öyle keyfince kullanılabilecek bir hukuk aracı değildir ama böyle yürüyor işler şimdilerde bizim ülkemizde. Cumhuriyet davasında da böyle yürüdü, yürütüldü. Her neyse, amacım Cumhuriyet davasını anlatmak değil, son günlerde zaten o davanın serencamı mahkûmiyetlere kanıt diye gösterilen tanıklıkların hali pür melali daha iyi anlaşılır oldu, neyse konuya dönelim.

Vatan caddesindeki beş günlük zoraki konukluğumuz, dar bir mekânda olsa da her zaman bir arada olma imkânı bulamayan bizler için “gülmek de kahkaha atmak da devrimci eylemdir” sözüne katkı gibi oldu. Memleketin hali konusunda da epeyce fikir alışverişinde bulunma olanağı yakaladık. Nihayet 5 günü tamamladık; avukatlarımızdan öğrendik, biz savcılığa gitmeyecekmişiz, herhalde adliye sarayında izdiham olur kaygısıyla böyle bir karar aldılar, savcılar Vatan’a geleceklermiş. Geldiler. Peki, artık bir anıdan başka bir şey olmayan bu hikâyeyi neden anlatıyorum. Anlatıyorum çünkü sorguda benim yanımda bulunan iki avukatımdan, iki dostumdan birisi sevgili Can Atalay’dı, Can’dı…

Sevgili Can, önce selam ediyor, gözlerinden öpüyorum. Vatan’da savcı sorgusunda benim ifademi, genç ama yetkin bir avukat olarak nasıl tamamladığını, düzelttiğini, hiç unutmadım, bilmem anımsıyor musun? Duruşmalarda hep yanımızdaydın. Daha sonra da değişik davaların duruşmalarında ya da protestolarda hep karşılaştık. Ama ben seni önceden de tanıyordum zaten, çünkü sen üç kuşak işçilerin davasını, Türkiye İşçi Partisi yoldaşlığını hiç bırakmayan devrimci bir ailenin Atalay’ların üçüncü kuşağısın. Ne inatçı bir ailedir ama senin ailen. Atalay ailesinde ödünsüz yaşamak, boyun eğmemek devrimci bir gelenektir. İmrendiğim bir ailenin çocuğusun sen.

Biliyor musun Can, şu son yirmi yılda yepyeni ve ödünsüz bir hukuk kuşağı yetişti. Bu nedenle olsa gerek, hapishanelerde, tutukevlerinde de avukatların sayısında bir artış var. Meslek bilgilerinin enginliği bir yana, geri çekilmeyen, işin peşini bırakmayan, bunu yetkinlikle yapan, yalnızca müvekkilini savunan değil o davayla hemhal olan bir hukukçu kuşağı bu.

"NASILSINIZ?" DİYE SORUYOR MÜCELLA HANIM

Tüm ülkemiz insanlarına sorulan bu yüz sorudan birkaç satır aktarıyorum şimdi değerli ve sevgili okurlar ama siz tümünü okumalısınız, BirGün’de ya da daha pek çok yerde bulabilirsiniz. Mücella Hanım “Nasılsınız? Nasıl geçiniyorsunuz?” diye başlıyor sorularına. “Bir işin ‘meslek’ olabilmesi için mutlaka evrensel ‘etik kural ve kodlarının olması gerekir. Bu etik kod ve kurallara uymayanların özellikle insan hayatını dolayımsız ilgilendiren hukuk ve tıp mesleklerini sürdürebilmeleri mümkün müdür? Özellikle 12 Eylül 1980 darbesi ile ülkeye aplike edilen neoliberal ideolojinin yarattığı ve tüm idareci yöneticiler ile birlikte toplumun büyük kesimini etkisi altına alan ahlaki çöküntünün, kötülüğün, yolsuzluğun, kadın cinayetlerinin sıradanlaşmasının, kanıksanmasının nasıl giderilebileceği konusunda bir çözümümüz var mıdır? Taksim Dayanışması toplantılarına bir kez dahi katılmamış Kavala’dan emir ve talimat alarak koskoca ülkeyi ‘hükümet’ karşı cebir ve şiddet kullanarak kalkışmaya yönlendirdiğimize ‘karar’ verdiniz… Bu olağanüstü eylemi nasıl ve hangi yöntemle yapmışız?
Bir soru da hepimize geliyor. “Değerli yurtseverler, demokratlar, sosyalistler, sosyal demokratlar, bir araya gelebilmek ve barış, demokrasi ve insan hakları için siyasi bir Gezi’yi inşa edebilmek için hapishanelerde toplanmayı mı bekliyorsunuz? Değerli dostlar; ‘Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz’ sözü sadece mitinglerde kullanılan bir slogan mıdır?”

***

Şimdi de öteki tutuklu kardeşlerimin izniyle onların sorularını okurlarıma bırakıp Can’ın sorularına geçiyorum; bu satırlar Can’ın içerde dışarıyı nasıl ve neden özlediğini anlatıyor. Can’ın derdi günü başkalarıdır, dışarısıdır. Yalnızca özgürlüğü özlediği için değil, dışardaki işler onu beklediği için onları yarıda bırakmak zorunda kaldığı içindir. Bakın dinleyin ne diyor Can. “Haksızlık karşısında nasıl bu kadar sakin kalabiliyorsunuz? Arka koridorumuz hep ağırlaştırılmış müebbet, sürekli tek başına olmak bir cezanın infazı denip geçilebilir mi? ‘Hasta mahpuslar ile ilgili düzenleme yapacağız’ denip ekime işaret edilmesi nasıl bir gaddarlıktır? İki ay hasta mahpus için kısa bir süre midir? Çorlu ve Aladağ duruşmasına avukat olarak katılmamın önündeki hukuki engel nedir? Anayasal ve yasal dayanaklarınızı belirterek yanıtlayınız.” Bir cümle de Anayasa Mahkemesi’ne; “Anayasa Mahkemesi bizle ilgili ‘hak ihlali’ kararı verecek mi yoksa kapıya ‘artık kapattık’ tabelası mı asacaklar?” Bir de kişisel bir sorusu var Can’ın; benim sevgili genç avukat kardeşim Abbas’adır. “Abbas bunca zamandır neden satranç kitaplarını getirmiyor?”

Sevgili Abbas rica ediyorum, biliyorum işin çoktur, başın kalabalıktır ama sen yaparsın, halledersin, şu satranç kitaplarını tez elden götürüver Can’a, can dostuma.