Kurtuluş Savaşı’mız verilirken Rusya’da da çöken Çarlık rejiminin enkazı üzerinde sosyalist bir rejim kurma çabası içindeydiler. Düşman aynıydı; siyaset felsefeleri farklı olsa da, devrimci güçler aynı düşmana karşı savaşmışlardı.

Yüz yıllık öykü: Antiemperyalizm ve bağımsızlık

Türkiye Cumhuriyeti, işgal altında bir ülkede kolonyalist ve emperyalist güçlere karşı verilen bir savaşla kuruldu. Bu savaş, adı o yıllarda açıkça konulmamış olsa da, aynı zamanda “cemaat”ten “millet”e, “şer’i” hukuktan “laik” hukuka geçiş kavgasıydı.

Daha Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında ilan edilen Amasya Tamimi’nde “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” denilerek “saltanat” hukuken yok sayılmıştı. Zaferden sonra emperyal güçler, hâlâ medet umdukları İstanbul Hükümeti’ni de Lozan’a davet edince fiilen de yok edildi. Ölüm kalım kavgasının “kurtuluş” safhası bitmiş, “kuruluş” safhası başlamıştı.


DÜŞMAN AYNIYDI
Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız verilirken Rusya’da da Lenin ve yoldaşları çöken Çarlık rejiminin enkazı üzerinde sosyalist bir rejim kurma çabası içindeydiler. Düşman aynıydı; siyaset felsefeleri farklı olsa da, devrimci güçler aynı düşmana karşı savaşmışlardı.

Rusya’da savaşa karşı çıkan ve “barış, ekmek, toprak!” sloganıyla Sovyetler iktidarını kuran Bolşevikler enternasyonalist bir anlayışın taşıyıcılarıydılar. Mart 1919’da 3. Enternasyonal da bu anlayışla kuruldu. Buna karşılık Anadolu’da, yarı feodal bir yapı üzerinde, ilhamını Fransız Devrimi’inden alan bir “milli devlet” kavgası verilmişti. Bunun ideolojisi de ancak “milliyetçilik” olabilirdi.

Oysa İslamcılığın doğal felsefe sayıldığı o günlerde “milliyetçilik” bile radikal sayılarak açıkça ifade edilemiyor, yer yer hilafetçi doktrin arkasına gizleniyordu. Nitekim Millet Meclisi’nin açılışı da bir Cuma gününe rastlatılmış ve Meclis ilk toplantısını dini törenle yapmıştı.

ELEŞTİRİ EMPERYALİZME

Ulusal Kurtuluş Savaşı bambaşka bir “millet” ve “milliyetçilik” anlayışı ile yürütüldü. Memleket bir “harabe” halindeydi ve M. Kemal Paşa “Biz hayatını, istiklalini kurtarmak için çalışan erbabı sayız, za­vallı bir halkız!” diyordu. Savaş boyunca da emperyalist saldırganlarla halklar arasında bir ayrım yaptı ve halklar hakkında hiçbir düşmanca söz söylemedi. Eleştiri okları kolonyal ve emperyal “sistem”e çevrilmişti.

İTTİHATÇILAR ELEŞTİRİLDİ

Atatürk, 14 Ağustos 1920’de, dolaylı şekilde ittihatçıları eleştirerek, kendi milliyetçilik anlayışını şöyle açıklamıştı: “Vakıa bize milliyetperver derler, fakat biz öyle milliyetperverleriz ki, bizimle teşriki mesai eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların bütün milliyetlerinin icabatını tanırız. Bizim milliyetperverliğimiz herhalde hodbinane ve mağrurane bir milliyetperverlik değildir.” Lozan’dan sonra “yurtta sulh, cihanda sulh” politikası da bu anlayış üzerine kuruldu.

Ne var ki sınıfsal olarak daha çok küçük burjuvazinin devrimci kanadına dayanan bu milliyetçilik tek parti döneminde bile tam egemenlik kuramadı. İttihatçı kadroların büyük bir kısmı “Kemalist” olmuş, fakat eski zihni saplantılardan kurtulamamıştı. “Kemalistiz!” diyorlar, fakat “ittihatçı” gibi düşünüyorlardı. Böylece, Mustafa Kemal’in bugün daha çok “yurtseverlik” olarak anabileceğimiz “milliyetperver”liği ile ittihatçı milliyetçilik, aynı ad altında birleşti ve “Kemalizm” adı altında “sağ” ve “sol” kanatları olan bir “milliyetçilik” ortaya çıktı. Zaten zaferden hemen sonra İstanbul ticaret burjuvazisi harekete geçmiş ve daha Lozan bile imzalanmadan toplanan Türkiye İktisat Kongresi’ne damgasını vurmuştu.

ÇELİŞKİLER AÇIĞA ÇIKTI

Gerçekten de M. Kemal Paşa’nın bu Kongre’yi açış nutkuyla, kongrede alınan kararlar arasında açık bir çelişki vardır. Üstelik farklı sınıfsal temellerden kaynaklanan bu çelişki tüm tek parti dönemine de damgasını vurdu. Kurtuluş Savaşı’nı birlikte yöneten asker-sivil aydınlar ile Anadolu eşrafı arasındaki birlik bozulmuş, uluslararası kapitalizmin konjonktürel dalgalanmaları da bu ayrışmada belirleyici hale gelmişti. Liberalizmin egemen olduğu yıllarda İş Bankası ve çevresi ağır basıyor, izleyen buhran yıllarında ise Sovyet Rusya yardımıyla “plancı” bir uygulama başlıyordu.

‘SAĞ KEMALİZM’ YALNIZLAŞTI

Oysa buhran yıllarında bile egemen sınıflar kontrolü tamamen kaybetmedi. Ne var ki kendi solunu budayan ve Marksist sosyalistleri karşı-devrimci yobazlarla aynı kefeye koyarak susturan “Sağ Kemalizm” yapayalnız kalmıştı. Harekete “Türk nasyonalizmi”, “hareket ve tezat mantığı” ve “planlı ekonomi” gibi ilkelerle yeni bir atılım kazandırmaya çalışan Kadro dergisine bile tahammül edemedi ve dergi, İş Bankası çevrelerinden gelen baskılarla yayınına son verdi. Bu koşullar içinde de ileri yönde atılan her adım ters tepmeye, toprak ağalarını da yanına alan ticaret burjuvazisi tarafından püskürtülmeye başladı.
Bu kavgasının son halkalarını da Köy Enstitüleri ile Toprak Reformu girişimleri teşkil etti ve her iki atılım da ilk darbeleri bizzat onu başlatanlar tarafından yediler. Arkadan gelen savaş ekonomisi, Milli Korunma Kanunu, karaborsa ve yokluk çığlıkları da bardağı taşıran damlalar oldular. “Şeflik” sistemi son barutunu da harcamış, artık biçimsel işlevini bile kaybetmişti. İsmet Paşa’nın son bir umutla rejime “demokratik” bir kılıf giydirme çabaları da durumu kurtaramadı, ticaret burjuvazisi-toprak ağaları koalisyonu iktidara yürüdü. Başı da Kurtuluş Savaşı’nın İttihatçı “Galip Hocası” ve Cumhuriyet’in İş Bankası kurucusu Celal Bayar çekiyordu.

SERMAYEYE ALAN AÇILDI

Aslında Türk siyasal yaşamına her dönemde uluslararası kapitalizm ve sermaye akımları damgasını vurdu. Sadece 1960’larda ABD’nin kirli emperyal savaşları, gençlerin başkaldırısıyla tetiklenen kitlesel işçi hareketlerine yol açmış, dünyada devrimci rüzgârlar estirmişti. Bu yıllarda Türkiye’de de antiemperyalist hareketin canlandığını ve sosyalistlerle (TİP, Demokratik Devrimciler vb) Sol Kemalistler (Yön Dergisi, CHP’nin sol kanadı vb) arasında -pek de uzun sürmeyen- bir dayanışmanın kurulduğunu görüyoruz.

Sonra bu dönem 1971 darbesiyle son buldu ve onu da 12 Eylül faşizmi izledi. Artık uluslararası sermaye ve sözcüleri bu topraklarda daha da pervasızca at koşturma olanağına kavuşmuştu.

SINIF ÇELİŞKİLERİ GİZLENDİ

Bizde egemen tarih görüşünün “batılılaşma”, “modernleşme”, “çağdaşlaşma” gibi başlıklar altında sunduğu gelişmeler, aslında toplumun iç dinamiğinden çok, uluslararası sermayenin yüksek kâr arayışlarından kaynaklanmıştır. Adına ne denirse densin, Osmanlı Devleti’nde gerçekten de bir “ilerleme” vardı; fakat bu “ilerleme”nin neye mal olduğu ve yurt içinde nasıl bir sınıflaşmaya yol açtığı çoğu kez gözden kaçırılıyordu. Bu ortamda filizlenen “milliyetçilik” akımı da öncelikle sınıf çelişkilerini gizleyici bir işlev üstlenmişti.

MİLLİYETÇİLİK VE LİBERALİZM

Milliyetçilik bir analiz aracı değildir; egemen sınıfların kontrolünde kolektif bir dayanışma duygusunun seferberliğidir. Sınıflar arasında uçurumların olduğu toplumlarda bu tarz “dayanışma”lar da sadece egemen sınıfların lehine işler. Bu yüzden koyu milliyetçi politikalar hep ultra-liberal uygulamalarla bir arada yürütülür.

Nitekim bizde de öyle oldu. Siyaset kuramcıları Türkçü Ziya Gökalp olan İttihatçıların, maliye bakanlarının da ultra-liberal Cavit Bey olması bir rastlantı değildi ve daha sonraki gelişmeler de bu şemaya uygun oldu. Böylece CHP içinde finans desteğiyle güç kazanan Celal Bayar, bu güçle daha sonra CHP iktidarına son veriyor; siyasete TOBB Başkanı olarak adım atan Necmettin Erbakan daha 1960’larda milliyetçiliğe bir de İslamcı boyut katıyor; silahlı çatışmaların yaygınlaştığı günlerde Demirel, “bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz” diyor; siyasal kariyerini İMF reçetesine ve 12 Eylül cuntasına borçlu olan Özal da kambiyo rejimimizi “Fransa, İtalya ve Yunanistan’dan daha serbest hale” getirmekle övünüyordu. AKP dönemine böyle girdik.

AKP’YE YETMEDİ

Yirmi yıla yaklaşan bu uzun dönemde AKP politikası sadece Özal liberalizmiyle yetinmedi, giderek buna bir de İhvancı boyut ve dış politika aktivizmi ekledi. Tutarsızlıklar içinde uygulanan ve sadece sermaye bağımlılığında tutarlı olan AKP politikası üzerinde durmayacağım; bu politika her alanda -ekonomi, hukuk, etik- iflas etmiş bulunuyor ve bu durum artık seçim anketlerinde de karşılığını buluyor. Ne var ki geride kalacak “miras” gelecek iktidarlara yük olacağa benziyor ve asıl tehlike de buradan doğuyor. Öyle ki, eğer ana muhalefet, sınıfsal analizi bir yana bırakarak AKP ile “milliyetçilik” yarışına girer ve “bağımsızlık” adına AKP’nin dış maceralarını da hararetle desteklemeye devam ederse, geleceğe umutla bakılamaz! Bu tutumuyla ülkenin uluslararası plandaki yalnızlığına da bir almaşık oluşturamaz.

Aslında kapitalizm çoktandır küresel bir sisteme dönüştü ve olumlu, olumsuz yönleriyle- bağımsızlıkları sınırladı. Bu yüz elli yıllık süreç içinde de Osmanlı sarrafları çoktan banker; bezirgânları büyük tüccar ve fabrikatör; mültezimleri de müteahhit haline geldiler. Artık demokrasi kavgaları da küreselleşti ve bu hiç de yeni bir şey değil. Burjuva enternasyonali çağında yaşıyoruz ve buna karşı en geniş cephe de ancak enternasyonal açılımlı, yurtsever ve laik bir halk cephesi olabilir. Uluslararası sermaye de, bu aşamada, ancak böyle bir politikayla kontrol altına alınabilir ve oligarşik çıkarlar yerine, halk çıkarlarına hizmete yöneltilebilir.

*Bu yazı SOL Parti'nin düzenlediği Bağımsızlık Konferansı'nda Taner Timur'un sunumundan alınmıştır.