Bu gece bu iş bitecek. Artık kimse katliam bile yapmıyor. Televizyonda rahat görünmeye çalışan gergin tipler... Bu gece mitingler ve ilahiler birbirine karışacak. Öğle saatlerinde Samoa, Tonga ve daha sonra Yeni Zelanda’dan haber gelmeyince Londra teorisi kesinleşti, bir Xanax içtim ve zar zor iki üç saat uyudum. İnsanlar gerilimden intihar ediyor, belki de hiçbir şey olmayacak, ne olacaksa olsun, sakin kalmalıyım. Yazmak iyi gelir diye bilgisayarın başına geçtim. Gece yarısından sonra hayatta kalacak mıyım bilmiyorum. Yazdıklarım kimin umurunda olur, onu da bilmiyorum.

***

On ay önce, Türkiye saatiyle sabahın üçünde siren sesleriyle uyandık. Deprem oluyor diye apartmandan telaşla çıktık. Sokak çığlıklar atan, ağlayan veya hiç ses çıkarmadan duran insanlarla doluydu. Herkes gibi ben de kafamı gökyüzüne çevirdim ve onu ilk kez gördüm: Kümülüs bulutları gibi, turuncu, cam... Şu tanımı onu görmeden önce yapsam hiçbir şey ifade etmezdi ama şimdi ucu bucağı belli olmayan dev bir nesne gökyüzünde bütün gerçekliğiyle duruyordu. Işık saçmamasına rağmen camı andıran dokusunu ve turuncu rengini çok rahat görebiliyorduk. Kendimi uzay filmlerinde sokaklarda panikle koşturan figüranlar gibi hissettim ve bu his bir daha hiç çıkmadı içimden. Sanırım Amerika Başkanı bile aynı şeyi hissetmiştir. İnsan aklıyla açıklanamayan camdan dev bir turuncu bulut.

***

O halde bile karnı acıkıyor insanın. Eve girdik, kahvaltı ettik. Televizyonda gündüz olan ülkelerden görüntüleri izledik ve düşen uçakları. Bu cam bulutlar, her ne ise, dünyanın her yerinde aniden peydahlanmıştı. (Daha sonra tam sayıları 6176 adet olarak bulundu. Bu sayı üzerinden de bir sürü tartışma çıktı. Kaprekar Sabiti diye bir sayı varmış, bu sayı ondan iki fazlaymış. Peki neden tam denk değilmiş? Son on ayda tüm dünyanın dinlediği ve hiçbir yere varmayan tartışmalardan biri.) Gündüz gözüyle bakınca gerçekten de kümülüs bulutlarına benziyorlardı ve bir bulut gibi şekilleri sürekli değişiyordu. Öte yandan bariz biçimde turuncu camdandılar, adları da Cam kaldı bu nedenle. Hiçbir ön belirti olmadan, aniden ortaya çıkan 6176 cam bulut.

Uçak felaketleri korkunçtu. O ilk anda fark edemedik ama bize çok yakın, Pendik’te, karşıda Bağcılar ve Gaziosmanpaşa’da üç uçak mahallelerin üzerine düştü. Onlarca uçak da pilotların gayretiyle şehrin kenarlarına, denize filan düştü. Bu sadece İstanbul’da olan. O anda havada bin metrenin üzerinde uçan tüm araçlar yeryüzüne düştüler. Fatih Köprüsüne çarpan uçak, köprüyü yarı yarıya yıktı. Karanlıkta ateş böcekleri gibi denize dökülen otomobiller. Ve ben tüm bunları izlerken bir yandan da ekmeğime yağ sürüyordum. Erkek arkadaşımla birbirimize sanki yokmuşuz gibi baktığımızı anımsıyorum. Bu bakış tuhaflığına rağmen aynı zamanda hiç olmadığı kadar gerçek bir bakıştı. Zaten anlamsız olan ilişkimiz, dünyanın anlamsızlaşmasıyla anlam bulmuştu; anormalliğimiz turuncu camların altında yeni normal haline gelmişti.

Sabah olduğunda düşen uçaklar ve enkaza dönüşen binalar Camlardan daha önemli bir gerçeklik haline geldi. Erzak ve ilkyardım çantalarını sırtlanıp Moda’dan Pendik’e bisikletle gittik. Geçen hafta yağan kardan kalan kar kümeleri hâlâ dursa da, hava çok soğuk değildi. Cam’ın ilk günleri arama kurtarma ekiplerine yardım ettiğimiz, biri kurtuldukça sevindiğimiz, ceset görmeyi kanıksadığımız, o dehşet içinde bazen üniversiteli gençler gibi şakalaştığımız ve “keşke bu sadece bir deprem olsaydı” dediğimiz günlerdi. Arkadaşım Pendik’ten sonra bir daha eve dönmedi, eşyalarını bile almadı, ben de “dön” demedim.

Uyduların da bir kısmı yörüngeden çıkmıştı veya araya giren Camlar yayınları kesiyordu. Telefon şebekesi arızalara rağmen, çalışmaya devam etti. Uydu bağlantılı yayınların çoğu çöktüğü için, dijital yayınlar veya eski usul antenli televizyonlardan gelen karasal yayınlar izlenebiliyordu.

O günlerde henüz kaos başlamamıştı. Hepimiz yaşadığımız bu garip durumu reddetme eğilimindeydik. Evet tuhaf bir şey olmuştu ama mutlaka bir açıklaması vardı. O kadar telaş edilecek bir şey yoktu. Yaşlı bir teyze hatırlıyorum, “Hayır olsun deyin” diye bağırıyordu. Belki bunlar uzaylı filan değildi, “Bu bir uzay bakterisi” diyenler de vardı.

Güneş ışıkları gökyüzündeki Camların içinden geçip aşağıya turuncu bir huzme olarak iniyor ve aşağısı amber rengi bir kamera filtresinin altında yakut gibi parıldıyordu. Bu büyüleyici bir görüntüydü. Güneş varken tam tepemizde bir Cam geldiğinde, neşelenmeye bile başladık. Sanki gökkuşağı görmüş gibi oluyorduk.

Camlar tıpkı kümülüs bulutları gibi yeryüzünden iki kilometre kadar yüksekteydiler. Balon, helikopter ve küçük uçaklar bir kilometre kadar yaklaşabiliyordu ama daha sonra şiddetli bir türbülans ve gelgitli manyetik bir sarsıntı başlıyor, araçlar asla daha fazla yükselemiyordu. Bu görünmez bariyer büyük dağlara çıkmayı da imkansızlaştırmıştı. Savaş uçakları Cam olmayan yerlerden yükselmeyi denediler ama yer hizası iki kilometreden yukarıya, Cam olmasa bile çıkamadılar. Dürbünlerimizle, teleskoplarımızla yakından izliyorduk. Sert camdan gibi görünen Camlar aynı anda ve her nasılsa organik bir nesne gibi sürekli biçimde hareket ediyor, biçim değiştiriyorlardı. En kuvvetli teleskoplarla bile bu dev kütlelerin içinde ne olduğu anlaşılmıyordu. Okyanus üzerindeki Camlara nükleer füzeler attılar. İnsan yapısı hiçbir şey bir kilometreden fazla yaklaşamadı.

Esnaf dükkanlarını daha ilk günden açtı. “Yemişim Cam’ını da, alayını da” diye kepenkleri kaldıran bir bakkal gördüm. Uçaklar kentlere düşüp felakete yol açmasa, insanların çoğu ertesi gün normal hayatına dönebilirdi. Bir arkadaşım, “İnanmıyorum ya, İtalya’ya bir yıl önceden indirimli bilet almıştık. Acaba mayısa kadar bu tantana biter mi” dedi. Ben de saçlarımı kestim, tekrar platese başladım. Yeni biriyle takılmaya başladım. Genellikle evde spor yapıyor, sevişiyor ve arada balkona çıkıp tepemizde kaç Cam olduğuna bakıyorduk. Sokaklar tekin değildi.

Mayısın beşinde, Türkiye saatiyle sabah ikide, gazeteden arkadaşlarla evde şarap içip sohbet ediyorduk. Kenarda açık unutulmuş televizyonda yayın kesildi ve siyah tenli güzel bir genç kadın görüntüsü çıktı. Bunun aynı anda tüm dünyada olduğunu o sırada bilemiyorduk elbette… Ekranın altında kadının adıymış gibi “Demeter” sözcüğü görünüyordu. Kadın uzunca bir süre gülümseyerek durdu, sonra yavaşça tek bir cümle söyledi ve yayın kesildi. Önce kimse bir şey anlamadı, antik dillerin karışımı bir cümleymiş. Gün doğmadan cümlenin net çevirisi dilbilimciler tarafından onaylanmıştı:

“Aziz Nesin’in dediği oranda, en aptal %60, bu yılın son saniyesinde yok edilecek”

O andan itibaren Aziz Nesin tüm dünyada en çok aranan isim oldu. (devam edecek)