Kendimizi bilinçli tüketiciler olarak adlandırarak alternatif beslenme yolları ararken, kapitalizmin çok da ötesine kaçamadık

Yüzde yüz organik!

> ESRA TANRIBİLİR @irritablerains

Geçenlerde uzun zamandır görüşmeye fırsat bulamadığım bazı arkadaşlarımı yemeğe davet etmiştim. Onlar salonda sohbet ederken ben de son hazırlıkları yapıyordum. Her şey yolunda gidiyordu ta ki içlerinden biri mutfağa girip, “Umarım sağlıklı tuz kullanmışsındır,” diyene kadar. Evet, ben de bir süredir “sağlıklı tuz” kullanıyordum ama yine de sinirlenmiştim.

Misafirin umduğunu değil bulduğunu yediği zamanların çok eskilerde kaldığını biliyorum. Ama yemeğe davetli olduğun bir evin mutfağına dalıp teftiş yapmak da ne oluyordu? Kendimi, Uğur Dündar baskınına uğrayan sağlıksız işletme çalışanı gibi hissetmiştim. Zaten bir yerlerde kronik yorgunluğun nedeninin de sağlıksız tuz olabileceğini okumamış mıydım? Demek artık meselemiz olmak ya da olmamak değil, sağlıklı tuz kullanmak ya da kullanmamaktı.
Daha birkaç yıl önce beyaz şekeri terk edip esmer şekere geçmiştik. Sonra nasıl oldu bilmiyorum, aslında ikisinin pek farkı olmadığı ortaya çıktı. Şekeri toptan bıraktık. Kepek ekmeği ve tam tahıl ekmeğiyle sağlıklı beslendiğimizi zannederken, şimdilerde buğdayın genetiğiyle ta 1950’lerde oynandığını konuşuyoruz. Galiba ekmeği de bırakmamız gerekecek. Etrafımızı sağlık guruları, beslenme koçları, diyetisyenler sardı. Vegan beslenme, vejetaryenlik, organik beslenme gündüz kuşağı TV programlarından, gazete sayfalarına kadar her yerde konuşulur hale geldi. Tarihte hiçbir zaman yeme-içmeye bu kadar kafa yoran bir nesil olduğunu sanmıyorum. Evet, sağlıklı beslenme artık yeni bağımlılığımız.

2000’lerin başında Amerika’da bir moda akımı gibi başlayıp sonra çılgınlık boyutunda tüm dünyaya yayılan organik beslenme metropollerde yaşayan milyonlar için yaşam felsefesi haline geldi. Büyük gıda kartellerine direneceğiz, kendimizi zehirletmeyeceğiz derken, galiba başka bir tuzağa yakalandık. “Doğaya Dönüş” maymuncuk gibi her kapıyı açtığından, organik gıda üretiminin çoğunlukla benzer kartellerin kontrolünde olduğu gerçeğini görmezden geliyoruz. Eğer günümüzde bir organik sektöründen söz ediyorsak, aslında karşısında durduğumuz sandığımız sistem de tıkır tıkır işliyor demektir. Galiba kendimizi bilinçli tüketiciler olarak adlandırarak alternatif beslenme yolları ararken, kapitalizmin çok da ötesine kaçamadık.

Son yıllarda obezitenin, alerjik hastalıkların, astımın ve kanser oranlarının dikkat çekecek bir şekilde artması, değişen beslenme alışkanlıklarımıza bağlanıyor. 100-200 yıl içerisinde şekerin saflaştırılması, sanayi tipi katkılı besin üretimi ve hızlı yaşamın getirdiği “fast food”lar, insanlığın yemek alışkanlıklarını bambaşka bir noktaya taşıdı. Ayrıca sanayi devrimi sonrası artan şehirleşme, tarım alanlarının azalmasına ve çevrenin de çok hızlı şekilde kirlenmesine neden oldu. Organik beslenme de tüm bunlara alternatif olarak ortaya çıktı. Çevre kirliliğinden uzak yerlerde, kimyasal ilaçların ve hormonların kullanılmadığı, tamamen doğal şekilde yetiştirilen tarım ürünlerinin tüketilmesinin önemine dikkat çekiliyor. Her ne kadar, yapılan araştırmalarda organik beslenme ve geleneksel beslenme arasında besin değerleri açısından herhangi bir fark olmadığı ortaya konulsa da sağlık endişeleri nedeniyle organik beslenenler artarak devam ediyor. Organik üretimin maliyetinin yüksekliği de getirisinin karşısında önemini yitiriyor.

Peki, asgari ücretle geçinen milyonların normal beslenmeye bile gücü yetmezken, fiyatların ikiye katlandığı organik beslenmenin bu kadar gündemde olması neden kimseyi rahatsız etmiyor? Maalesef, gerek Türkiye özelinde gerek Dünya genelinde organik beslenme bir lüks olmaktan ileri gidemiyor.

Kapitalizmin, sistemle sorunu olanları, yaşadığımız dünyaya uyum sağlayamayanları (yani bir şekilde yoldan çıkanları) ne yapıp edip yine sistemin içine sokmak gibi bir özelliği var. Genellikle de bunu kalabalıklara farklı korkular pompalayarak yapıyor. Böylece bir şekilde farklı olduklarını zanneden ve bunu hayat felsefeleri ilan eden insanlarda kontrol altında tutuluyor. Aslında kapalı kominler oluşturarak kendimize yeni yaşamlar kurarken, dünyanın gerçeklerine sırtımızı dönerek kapitalizmin tuzağına düşüyoruz. Amacım organik beslenmek isteyenleri eleştirmek değil; sadece insanlığın yeni afyonlara ihtiyacı olmadığını söylemek istiyorum.

Kabul etmeliyiz ki, bireysel olarak kişilerin kurtuluşu insanlık için hiçbir şey ifade etmiyor. Artık ciddi bir karar vermemiz gerekiyor. “Her koyun kendi bacağından asılır,” diyerek kendi çok sağlıklı ve çok organik hayatlarımızda mı saklanacağız yoksa sağlıklı yaşamın herkesin hakkı olduğu bir dünya için mi mücadele edeceğiz?