ABD ana akım gazeteciliğinin ‘itibarlı’ adresi New York Times’ın muhabiri Judith Miller’ı anımsayan çıkar mı? Eylül 2005’te, hepi topu 85 gün gözaltı merkezinde tutulup salıverilmişti. Buna yol açan olaylar zinciri meşhur ‘Plamegate vakasıyla’ alakalıydı.

O dönemde Irak işgaline temel yapılanların sahteliğini en baştan deşifre edip yayınlamış eski Amerikalı diplomat Joseph Wilson, Bush yönetiminin hedefi olmuş, CIA ajanı eşi Valerie Plame’nin kimliği ifşa edilmişti. Bir istihbarat çalışanının kimliğini ifşa suçtu. Miller’ın, Plamegate vakasıyla ilgili bilgisi olduğu için ifadesi alınmak istenmiş, ancak ‘kaynağını koruma’ gerekçesi ile reddetmişti. Korumaya çalıştığı başkan yardımcısı Dick Cheney’nin danışmanı Lewis ‘Scooter’ Libby idi. O izin verince hapisten çıktı, ifadesini verdi. Kendisiyle Plame meselesini hakikaten görüşmüştü.


Kaynağını koruduğu için ‘kahraman’ ilan edilen Miller emekliye ayrıldı. Plame’in hayatı Hollywood filmine konu oldu. Libby adaleti engellemek ve yalan söylemekten 2007’de 30 ay hüküm giydi ama Bush affediverdi.

Bu skandal Amerikan ana akım gazeteciliğinin çerçevesinin özetidir. Yalanlar ve yıkım politikalarının mucitleri ve toplumda rıza yaratma mekanizmalarının deşifresidir. Sahtekarlığın cezasızlığını ifade eder.

Bu ismi de, olayı da hiç unutmam. 2000’lerin başından itibaren maruz kaldığımız yalanlar silsilesi karşısında sosyal medyanın ve gazetecilikte dijitalleşmenin yokluğunda boz bulanık atmosferin ifadesidir.

‘WHAT I KNOW IS...’

2006 Aralık ayında her şey değişmeye başladı. Gazetecilikte dijitalleşmenin miladı sayılmalı; ‘What I Know Is’in kısaltmasından oluşan (Türkçesi ‘Bildiğim o ki’) Wikileaks ve Avustralya asıllı kurucusu Julian Assange hayatımıza girdi. Dünya gazeteciliğinin çehresini değiştirdi. Bush yönetiminin kirli terörle savaşı, hayalet uçaklar, Guantanamo Askeri Hapishanesi’ndeki kötü muameleler, Afganistan ve Irak savaşlarındaki sivil katliamları, çocuk esirlere uzanan hakikatlerle tanıştık. Irak’ta 2007 yılında ABD askerlerinin ikisi Reuters muhabiri 12’den fazla sivili nasıl neşeyle öldürdüklerini 2010’da Wikileaks sayesinde izledik. Askerlerin başına iş gelmemiş, fakat Irak’ta görev yapmanın travmasını yaşayıp olayı Wikileaks’e sızdıran istihbarat analisti Bradley (Chelsea) Manning casusluktan yargılanabilmişti. Manning devlet görevlisiydi.

Ama konumuz Assange ve o devlet görevlisi değil. O, giderek ‘normalleştirilen’ bu savaş suçlarından değil 2010’da dünya gazeteciliği için hazine olan Amerikan hükümet yazışmaları ile topun ağzına oturtuldu. Türkiye’yle alakalı olanlar dahil 250 binden fazla belgeyi ‘dünyaya yaymaya çalıştı’. Ana akımla işbirliği yürüttü, ‘Araştırmacı Gazetecilik Komitesi’ kuruldu. Guardian ve New York Times, Der Spiegel, El Pais ve Le Monde ifşaatlardan zarar göreceklerin isimlerini gizlemeyi de içeren redaksiyon için seferber oldular. ‘Top Secret’ niteliği taşıyanlar yayınlanmadı. Ama ana akım bir süre sonra çekildi ve Assange’ın ‘ötekileştirilmesi’ başladı. Hakkında tecavüz ithamları ortaya atıldı, İsveç peşine düştü. 2012’de Ekvador’un Londra’daki Büyükelçiliği’ne sığındı. Taa 2019 Nisan’ına kadar 21’inci asrın ibretlik rehine vakasını izledik. ABD hükümeti Assange’a sığınma veren Ekvador’a ağır baskı yaptı ve iktidar değişiminin ardından istediğini aldı. Sığınma hakkı çekilince elçilik baskınıyla Assange Belmarsh cezaevinde acımasız bir tecride konuldu.

OLD BAILEY’NİN İŞLERİ...

1.5 yılın ardından Assange’ın ABD’ye iade davası Londra’daki asırlık Old Bailey mahkemesinde başladı. Neredeyse 15 gündür basın ve haber alma özgürlüğü açısından kritik bir dava görülüyor. Bu konuda ‘akan suları durduran’ pek çok isimden ses yok.

Dava benzersiz. Çünkü ABD hükümeti hiçbir zaman bir gazeteci yahut yayıncıyı 1917 tarihli Casusluk Yasası uyarınca yargılamak istemedi. Ve herkese ‘basın özgürlüğü’ dersi veren Washington’ın mahkemede temel argümanı ‘kan dondurucu’ nitelikte:

“ABD dünyanın dört yanında yargı yetkisine sahip ve her yerde herhangi bir gazeteci için vatandaş olmasına bakmadan suç ithamında bulunabilir. Suçlanan gazeteci ABD Anayasası’nın basın özgürlüğü vurgusu da içeren ‘First Amendment’ altında savunma yapamaz.”

Suçlamanın siyasi niteliği iadeye engelken, kadın hakim Vanessa Baraitser kararını önceden vermiş gibi duruyor. Assange’ın hassiyet taşıyan en az 15 bin belgeyi yayınlamamış olmamasını dikkate alınmıyor. Assange’ın Manning’e yardım ettiğinin kanıtı yok. Pek çok tanık Assange’ın ifşaatlardan zarar görebileceklerin gizlenmesi ve redaksiyon için uğraştığını anlatıyor. ABD Wikileaks yayınlarından zarar görmüş tek bir kişi gösteremiyor. Ancak iddia makamı Assange’ın ‘ötekileştirilmesinde’ rol oynamış Guardian’ın ünlü gazetecileri David Liegh ile Luke Harding’e atıflar yaparken, mahkeme onların ‘yalan söylediğini’ söyleyen Der Spiegel’in eski ödüllü muhabiri John Goetz’ı dinlemiyor.


Old Bailey’nin savunmadan habersiz ek suçlamalar getirmek gibi yargı usüllerine aykırı uygulamaları Batı adaleti açısından ibretlik. Ana akım davayı izlemiyor bile. Duruşmalar Kovid-19 gerekçesiyle sözde ‘halka açık’ yapılıyor. 80 kişilik izleyici kontenjanı 9’a düşürüldü. Amnesty, Pen ve Sınır Tanımayan Gazeteciler gibi STK’lar hem fiziksel hem de çevrimiçi olarak duruşmayı izlemekten dışlanıyor. Davayı ‘aile/dostlar’ kontenjanından izleyen eski Britanya büyükelçisi Craig Murray’in blogundan (craigmurray.org.uk ) izlerseniz, yaşadığımız dünyanın berbatlığını idrak edersiniz. ‘Bizim durum zaten beter’ deyip geçmeyin. ABD’nin gazeteciliği ‘casusluğa’ bağlayıp yargılatabildiği, egemenlere kendi yasalarını işletmesi için bile ‘ricacı olunduğu’ bir dünya herkesi dehşete düşürmeli.